Reklam
Reklam
Ahmet İNCE

Ahmet İNCE

gordesgazetesi@gmail.com

Akçe ve Kepçe!

01 Nisan 2020 - 16:38

Çocuktum, dede ve nineyle beraber olmak ne büyük nimetmiş, yıllar sonra anladım. Onların hikâyeleriyle, üstelik yaşanmış hikâyeleriyle büyüdüm. Bana bir yaşam felsefesi aşıladıklarını, önüme paha biçilmez prensipler koyduklarını nereden bilebilirdim.
            Ananem yaşıtları evimize geldiklerinde, koyu bir sohbete dalardı. Bende onları dinlerdim. Lafın arasında ananem, sıkça şöyle derdi: 'Dünyanın bin bir türlü hali var.' Bu tabiri bazen soframızda, bazen en zor anlarımızda da söylerdi.
            O tabir, çocuk yaşımda bir küpe gibi kulağıma takılıp kalmıştı: Dünyanın bin bir türlü hali var.
            Evet, hayat tek düze değildir. Al gülüm ver gülüm bir yaşam yoktur. Yiyelim içelim, kam alalım dünyadan tarzı hiç değildir. Hastalığı vardır, kazası vardır, belası vardır. İnişi ve çıkışı vardır. Darlığı ve genişliği vardır. Fakirliği ve zenginliği vardır. Açlığı ve tokluğu vardır. Acısı ve tatlısı vardır. Vardır da vardır ve nicesi vardır.
            Hayatın darlığını, imkânsızlığını, zorluklarını en fazla yaşamış bir nesildi onlar.
            O canlı tarihe yetişebildiğim için, bugün kendimi bahtiyar hissediyorum. Niye mi?
            Türkiye 2. Cihan harbine girmemiş. Zor yıllar, ekmek bile karneyle veriliyor. Çünkü başka çaresi yok. Gördes halkı buna katlanıyor, göğüslemesini biliyor. 1941 yılında büyük bir kuraklık yaşıyorlar. Kambur, kambur üzerine misali. Değil bir dilim, bir lokma ekmeğe paha biçilemeyecek günlere giriyorlar.
            Olan olmayandan ulanarak, az yiyerek, bazı günler su içerek karınlarını doyuruyorlar. Umutları ertesi yıla kalıyor. Ekinler ekiliyor. Başaklar gelin gibi süzülüyor. Hepsinde bir sevinç var. Harman zamanı yaklaşırken, bir başka felaketle karşılaşıyorlar. Bu defa çekirge sürüleri geliyor. Dehşete kapanıp evlerine giriyorlar. Çekirge sürüleri, saplarda bir tek tane bile bırakmıyor.
            Ananem; tarifi zor o yıllarda son çare olarak, yaptıklarını şöyle anlatmıştı. 'Un yok, ekmek yok. Çocuklar yok demekten anlamıyor ağlıyor. Son çare diye darı saplarını öğütüp un yaptım. Güç bela fırında pişirdim.'
            Bir başka hikâye, yine o yıllara ait. Uzunçam Mahallesinin çeşmesinde, kadınlar su doldurmak için sıraya girmiş. Her gelen kadın, adeta feryat ediyor. Kimisi çocuklarına 2 gündür ekmek yediremediğini, kimisi çocuklarının açlıktan ağladığını dile getiriyor. Her bir kadının acısı aynı ve fakat şekli farklı.
            İçlerinde en bilge olan kadın, dayanamayarak sesleniyor: 'Ey koca galar (kadınlar), anladık tamam hepimiz açız. Ama bu çeşmenin başında, nefes alıp veren bir insanız. Aklımız yerinde, başımız yerinde. Oturalım halimize şükredelim. Ya şu dağlarda gezen kurt, çakal olabilirdik?'
            Karın aç, çocuklar açlıktan ağlıyor ve bu şartlarda, insan olarak yaşıyoruz diye teselli oluyorlar.
            O nesille beraber büyüdüm. Babam ekmeği önümüze dilimle koyardı. Bir lokma bile israf edilmezdi. Şunu yerim, bunu yemem diye bir tercih soframızda konuşulamazdı. En bol, en ikramlı zamanlarda bile biz, o yaşanmış hikâyeleri asla unutmazdık.
            Evet, hayatın bin bir türlü hali var.
            Bunu unutturmayacak bir eğitim sistemi olmalı. Örneklemelerle nesillere anlatılmalı diye düşünmüşümdür hep.
            En sağlıklı, en elverişli, en kazançlı yıllarda insan har vurup savurmamalıdır. En iyi zamanında, en kötü senaryoyu satın almalıdır. Hayatını ona göre şekillendirmeli, ona göre yaşamalıdır.
            Çünkü hayatta, tecrübeden pahalı başka bir şey yoktur.
            Ananem nesli o yılları yaşadı. Bize anlattı, yaşamış gibi olduk. Hayatımıza, ticaretimize hep o tecrübeye göre şekil verdik. Uzun vadeli borçlanmayacaksın. Lüks ve şatafata kaçmayacaksın. Hele israftan, çok hem çook uzakta duracaksın. Bir yıl değil, bir gün değil, bir an gelir ve her şey bir anda alt üst olur. Bunu unutmayacaksın.
            Eğer bu hakikati unutmazsan, ihtiyatlı davranırsın. En sağlıklı ve en kazançlı döneminde, en kötü güne bir şeyler saklarsın. Yani ak gününde bir kenara attığın akçe, kara gününde senin dostun olur.
            Atasözleri, deyimler hep yaşanmış tecrübelerin ürünü değil midir? ‘Ak Akçe Kara Gün İçindir' sözü, laf olsun diye söylenmemiştir.
            Ananem nesli ve benim kuşağımın hayat akışında, bu atasözü hep kulağımızda küpe oldu. Fakat sonraki nesiller, maalesef bunu unuttu. Dünyada bir bolluk ve çeşitlilik yaşandı. İnsanlar müthiş bir yarışa girdi.
            Duygular azmanlaştı, tatminsizlik had safhaya çıktı. Sandılar ki hayat hep böyle devam edecek. Yıl değil, gün değil, bir an geldi ve çattı. Ne görülen, ne elle tutulan bir belaydı. En başta sağlığımızı, sonra işimizi ve aşımızı etkilemeye başladı. Kısacası bir virüs, tüm insanlığı o tatlı rüyadan uyandırmaya yetti.
            Şimdi herkes, ister istemez bunu düşünüyor. Yedeğimde ne var. Ak günde, bir kenara attığım kaç ak akçe var? Varsa, problem yok demektir. Yoksa eğer, yine kaç tecrübeden süzülüp gelmiş olan şu atasözü, senin için geçerli olur: 'AŞ TAŞINCA KEPÇEYE PAHA BİÇİLMEZ'
            Bu yüzden, hayatını akçe/kepçe yeknesaklığında idame ettirenler, kara günlerde en az etkilenenlerdir.
            Bu hakikat, her toplum ve devlet içinde geçerlidir.
            Bir virüs, şimdi tüm toplumları ve tüm devletleri teste tabi tutuyor. Kimin akçesi, kimin kepçesi yerli yerinde ortaya çıkarıyor. Zira tüm dünya; bir yanda hastalıkla uğraşırken, bir yanda büyük bir iktisadi buhrana doğru sürükleniyor.
            Bu şartlarda; kimin akçesi güçlü, kimin kepçesi problemli hep birlikte görüp yaşayacağız.

Bu yazı 1844 defa okunmuştur.

YORUMLAR

  • 0 Yorum