Reklam
Reklam
Yaşar ATLI

Yaşar ATLI


Aylaklığa Övgü

30 Eylül 2019 - 11:02

Aylaklıktan; tembelliği, zaman öldürmeyi, avareliği, boş gezenin boş kalfası olmayı, bin yıl ömrü olsa binini de israf edecek, sana, bana, ona ve kendisine hiçbir hayrı dokunmayan herifleri kastetmediğimi peşinen beyan ederim. Aslında böyle bir beyana ihtiyaç yok ama bazı aylakların 'ya hoca, aylaklığa da övgü mü olurmuş' demelerinin önüne geçmek için kerhen yapılmış bir açıklamadır bu. Yoksa benim fikrimi sorarsanız en niteliksiz adamın bile kendince bir aylaklığa ihtiyacı vardır. Fakat bu yazıyı tasarlarken zihnimdeki ana düşünce nitelikli insanın nitelikli aylaklığıdır.
Bertrand Russell, Aylaklığa Övgü kitabının başında küçük bir hikâye anlatır. Napoli'de dolaşan bir gezgin, yattıkları yerde güneşlenen on iki dilenci görmüş. Gezgin bu dilencilerden en tembel olduğunu kanıtlayana bir lira vereceğini söylemiş. Dilencilerden on bir tanesi yerlerinden fırlayıp, liranın kendi hakları olduğunu iddia etmişler. Bunun üzerine gezgin de parayı yerinden kıpırdamayan on ikinciye vermiş.
Russell bu öyküyü aylaklığın fazileti babından zikreder. Haddinden fazla çalışmanın ve çalıştırılmanın zararlarından bahseder. Meşhur klişeyle söyleyecek olursak vahşi kapitalizmin eleştirisi bağlamında söyler.
Konumuz Russell değil elbet, geçiyoruz. Konumuz nitelikli aylaklık. Tarlayı nadasa bırakmak, doymuş bir koyunun geviş getirmesine fırsat tanımak, çayın demlenmesini beklemek gibi bir şey bu nitelikli aylaklık.
Bazı ebeveynlerde siz de şahit olmuşsunuzdur. Çocuğunun çalışmasını ama daima çalışmasını isterler. Çocuk çalıştığı halde ebeveyn memnun değildir. Daha çok çalışması, komşunun çocuğundan daha çok çalışması gerektiğini söyleyip dururlar. Tıpkı at yarışlarına tutkulu bir taraftarın tuttuğu at son sürat koşuyor olmasına rağmen ' ya oğlum ne duruyorsun koş, koş!' diye avazı çıktığı kadar bağırması gibi.
Hâlbuki öğrenilen bilgileri zihnin sindirmesi için bir zaman tanımak gerekmiyor mu?
Muhterem bir hocamız bir sohbet esnasında şöyle demişti. 'Değerli arkadaşlar! Dinimiz daima çalışmayı emrediyor. Zira İnşirah suresinin sonlarında buyruluyor ki 'bir işi bitirince diğerine koyul.' Demek ki neymiş. Çok çalışmamız gerekiyor çok.'
Muhterem hocamıza saygılarımı içinde eser miktarda sevgiyle arz ederim. Fakat a benim muhterem hocam! Biz dolap beygiri miyiz ki ha babam dön, de babam dön çatlayana kadar çalışalım, demek geliyor içimden
. Hocam da bana dönüp dese ki ben demiyrum ha bu ayetu kerume böyle diyor uşağum. Ben dahi dönüp ona derum ki haklisun çoh çalışmamuz geregiyu çooh. Azıcuk daha çaluşaydun da ha şu ayetun tam manasını öğreneydun daa! (Unutmadan söyleyeyim. Bu ayetin manasını ben de tam anlamış değilim. Onunçün bana sormayın.)
Muhterem okuyucularım! Tamam, yukarda bahsettiğim şeyler herkesin malumu olan şeyler. Hele hele böyle pedagoji gibi önemli bahislerde akıldânelik yapmak, huysuz mürebbiyeler gibi ‘hmmm şunu yapmazsan olacaklardan ben sorumlu değilim' tarzında parmak sallamak hoş değil, doğru da değil, pedagojik de değil. Olması da gerekmiyor çünkü oturduğumuz yerden dünyayı kurtaracak değiliz. Hem zaten bu yazı aylaklık üzerine yazılmış çaylakça bir yazı değil mi. Daha da önemlisi her insan ayrı bir dünyadır. Herkese aynı reçeteyi yazamazsın. Herkes aynı numaralı ayakkabıyı giymez. Hatta ayıp olmayacağını bilsem içtimaiyat denilen ilmin yarısını inkâr ederdim. (Tabi buradan ‘yarısı inkâr edilen şeyin hepsi inkâr edilmiştir' gibi teofelsefî bir tartışmaya da girmek istemiyorum.)
Sadede gelecek olursak: Bu nitelikli aylaklık dediğim husus kişinin kendisiyle baş başa kalmasıdır. Kendi içine yolculuk yapabilmesidir. Yalnız kalabilmeyi başarmasıdır. Hayal kurabilmesi, iç dünyasını keşfe çıkması, kendi kendine gülmesi, ağlaması, konuşması, susması, küsmesi, barışmasıdır.
Peki, ne kadar hayal kurabilecek, nereye kadar içine yolculuk yapabilecek, o memduh olan bir saatlik tefekkürü ne sıklıkla yapacak. Galiba her şeyin ilacı doz. İşin dozunu kaçırırsan işkolik olursun, hayalin dozunu kaçırırsan hayalperest olursun ve gerçeklerden koparsın, okumadan düşünürsen Nasrettin Hoca'nın hindisine dönersin, akletmeden okursan ukela olursun. Bu doz dediğimiz şey çayın şekeri gibidir, sen yarım şekerle idare edersin ben bir şeker atarım, diğeri hiç atmaz.
İşi böyle vasat bir düzeye indirgeyip dozunu ayarladıktan sonra başa dönüp bir şey söylemek istiyorum. Aç adam felsefe yapamaz. Yarın ne yiyeceğim diye düşünen bir insan sanatın herhangi bir dalıyla meşgul olamaz. Evi olmayan adam evi gotik mimariyle mi yapalım, barok tarzda mı yapalımın derdini çekmez. İşi başından aşkın insan da müziğe, edebiyata, mimariye, şiire, resme hiç iltifat etmez. Bu manada sanatın ve uygarlığın mimarları nitelikli aylaklardır.
(şimdi siz de diyeceksiniz ki akıllı adam da genelleme yapmaz. Sizi temin ederim ki genelleme yaptığım her cümlede ‘elbette bunun istisnaları vardır' diye içimden geçiriyorum ama bunu her cümleden sonra da yazamam ki.)
Meşhur Rus yönetmen Tarkovski'nin şu güzel tavsiyesiyle yazımızı noktalayalım. 'Herkesin çocukluktan itibaren kendi kendine vakit geçirebilmeyi öğrenmesi gerekir. Bu yapayalnız olmak anlamında değildir. Ama insan kendinden sıkılmamalı.'
Şimdi yazının sonuna gelmişken belki de diyeceksiniz ki e ne yani, ne anlattı bu yazı? Aylaklığa Övgü isimli bir yazıdan ne bekliyorsunuz ki? En iyisi boş verin. Çünkü hepsi de aylak aylak düşünürken akla gelmiş aylakça şeyler.

Bu yazı 2099 defa okunmuştur.

YORUMLAR

  • 0 Yorum