Al Sana Fetva!
Diyanet'in bilgilendirme platformu' var. Vatandaş zaman zaman oraya sorular gönderiyor. Diyanette sorulara fetva ile cevap veriyor. İçinde samimi olan sorular da var, muziplik türü olanlar da var. Hatta Diyaneti, bir test edelim türünden kasıtlı sorular da var.
Arada bakarım o fetvalara. İki konuda hayret ederim. Birincisi; gelen soruların kalitesi, diğeri Diyanet'in verdiği fetvalardaki usuldür.
Son günlerde iki fetva sebebiyle, müthiş bir tartışma ortamı yaşandı. Dini duyarlılık bir kenara itilerek, konu magazin haline getirildi. Zaten bu tür fetvalarda, bugüne kadar farklı bir tablo yaşamadık.
Böyle fetva olur mu, günümüzün şartlarında bu nasıl anlayış, hangi devirde yaşıyoruz türünden söylemlerle, belli kesimler hemen harekete geçti. Her iki fetva yüzünden, Diyanet teşkilatı kendini savunmak zorunda kaldı.
Aslında hayret ettiğim iki mesele, kimsenin derdi olmuyor bu ülkede. En ciddi konular, yaygara ve gargara ortamı içerisinde uçup gidiyor.
İsterseniz konuyu biraz açayım.
İlk soru şuydu. Nişanlı gençler el ele tutuşabilir miydi? Diğeri ise; baba kızını şehvetle öperse nikâh bozulur muydu?
Diyanet'in yayınladığı iki fetvanın da, elle tutulur bir tarafı yoktur. Kur'an araştırmaları üzerine çalışan ve din-fıtrat ilişkilerine kafa yoran birisi olarak, şunu söylemeliyim.
Diyanet her iki soruya fetva yerine, sadece şu cevabı vermeliydi: Sorduğunuz bu soruların dinle bir ilgisi yoktur.
Niçin mi?
Bu sorular magazin malzemesi yakalamak için sorulmuştur. Diyanet teşkilatı bu tür cambazlıkları bilmek zorundadır. Fakat ne yazık ki Diyanet, kendini dini otorite olarak gördüğü için, bu tür hatalara düşüyor.
Diyanet, dini bir devlet kurumudur. Dini otorite olarak bilinmesi, yalnızca resmi kurum olması sebebiyledir. . Onun yayınladığı fetvalar, bu yüzden bir otoritenin görüşü olarak, toplumda kabul görüyor.
Bunu söylememin, elbette sebebi var. Asla boşa konuşmuyorum.
Zira halk, kendi yaşam biçimine göre bir din anlayışı oluşturmuştur, Diyanet'te bu anlayışı idame ettiren resmi devlet kuruluşudur. Böyle bir anlayış, uzun asırlara dayanan geleneksel bir yapı üzerine kurulmuştur.
Hüzünle söylemeliyim ki bu dini anlayışının, öncelikle Kur'an ve sonra Resulullah'ın risaletiyle ilgili sorunları vardır.
Kısacası şunu ifade etmeliyim: Müslümanlar Kur'an'ın bütününden sorumludur. Siz o bütünün önemli bir bölümünü hiç anlatmaz, insanlara söylemezseniz asla fetva vermeye yetkili olamazsınız.
Peki, bu niye böyledir? Çünkü Kur'an, bir bütün olarak insanlara anlatıldığında; Müslümanların yaşam biçimlerindeki dinle, Kur'andaki din arasında tezatlık oluşur. Dolayısıyla halkın işine gelmeyecek konuları, asla gündeme getirmezsiniz. Kur'anın o bölümlerini, yokmuş gibi farz edersiniz.
Bilindiği halde anlatmamak, bilindiği halde konuşmamak tavrının sebebi basittir. Bunu yaptığınızda halkla uyuşmazlık doğar. Devlet buna müsaade etmez. Zira devlet gelenekten yanadır, mevcudun devamından yanadır.
O zaman devletin resmi bir kurumu olan Diyanet'in, bu gerçeğin dışında faaliyet göstermesi düşünülemez..
Hâlbuki Hem Kuran'ın metodu ve hem Resulullah'ın uygulaması, günümüzdeki gibi değildir. Siz insanlara mesajın tamamını anlatacaksınız. Yapar yapmaz, uyar uymaz o kişinin bileceği bir iştir. Bu sebeple bildiği halde anlatmayanların, Allah huzurunda derin sorumlulukları vardır.
Mesela şirk konusu, Kur'an'ın en ağırlıklı konusudur. Hutbe ve vaazlarda, bu ağırlığına rağmen es geçilen bir konudur. Neden? Eğer sıklıkla konunun üzerinde durursanız, dini karakterli bazı kesimlere dokunursunuz.
Dokunmamak için, es geçersiniz olur biter.
Kuranda ticaret, faiz ve zekât bahisleri bir bütünlük içinde anlatılmıştır. Ancak hutbe ve vaazlarda, bu konularda hafif geçilir. Niye mi?
Kuran'ın hükümlerini anlattığınızda, Müslümanların yaşam pratiği ile çelişir. Ve böylece sıkıntılar ortaya çıkar. Çıkmaması için, bu konuları yok farz edersiniz.
Yine mesela; başta piyango ve şans oyunları, kırk yılda bir lütfen kabilinden anlatılır. Daha fazlasını yapamazsınız. Çünkü Diyanet dini olsa da neticede bir devlet kuruluşudur. Devletin bir diğer kuruluşunun aleyhinde konuşamaz. Bu yüzden cebinde piyango bileti ve şans kuponu ile camiye gelen Müslümanlara rutin konularda vaaz verip, durumu idare edersiniz.
Şimdi gelelim meselenin diğer tarafına!
Halkın din telakkisi; muhatabı olduğu Kuran hükümleri ve Resulullah uygulaması ile ne kadar örtüşmektedir. Bu soruya olumlu cevap vermek mümkün değildir. Çünkü halkın yaşam biçimine göre, bir din telakkisi oluşturulmuştur.
Kuranda olmayan veya Kur'ana aykırı, Resulullah'ın uygulamalarına ters bir din telakkisinin bütün olumsuz neticelerini, toplum hayatında görmek mümkündür.
Neticede; dinin içinde amma dinin ruhundan uzak kesimler bir tarafta, dine mesafeli amma yaşam biçimini din gibi algılayanlar bir taraftadır.
Böyle bir toplum gerçeğinde fetvaları tartışıyoruz, ne garip değil mi?
İlmihal kitaplarına sıkışmış, Kuranı seslendirerek kapağını kapatmış, mezhepleri din haline getirmiş bir toplumda, Diyanete böyle soruların sorulmasını aslında hiç yadırgamıyorum.
Müslümanların hayatında Kuranı öğrenme ve anlama yolu açılabilseydi, öyle abuk sabuk sorular sorulmaz ve karşılığında fetvalar verilmezdi.
Yıllar önce, yine böyle bir soru için fetva istenmişti. Kısaca anlatayım:
Adam soruyor. Bir evde kadının oturduğu sandalyeye, daha sonra kendisi oturmuş. Eve gittiğinde içine şüphe düşmüş. Adam samimi ve muhtemelen ihlâslı bir Müslüman. Diyor ki: 'Şimdi ben o kadının oturduğu sandalyeye oturmakla, zina yapmış olabilir miyim?'
E hadi verin fetvayı. Aslında ben olsam adama şöyle cevap verirdim. Birader senin sorunun muhatabı biz değiliz. Sen onu Haydar Dümen'e sor derdim.
Hac kafile başkanlığı yaptığım yıllardı. Yanılmıyorsam 1994 yılıydı. Şirketimizin sahibi Şükrü Fettahoğlu tipik bir Karadeniz insanıydı. Beni çok sever, her işe koştururdu. O yıl, toplam 1041 hacı adayımız vardı.
Benimkisi müthiş bir merak ve arzuydu. Hacla ilgili ne kadar bilgi varsa çıkarmıştım kaynaklardan. Mezheplerin tüm görüşlerini öğrenmiştim. Sanırım bu yüzden Fettahoğlu, önemli yerlerdeki konuşmaları hep bana yaptırırdı.
O yıllarda namım yürümüştü. Uhut'ta konuşurken binlerce kişi beni dinliyordu.
Mekke'de oteldeyiz. Bir akşam, üst katlarda bir gürültü oldu. Arafat'a çıkmamıza birkaç gün var.
'Fettahoğlu seni çağırıyor' dediler. Hemen odasına çıktım. 'Yürü uşağumm gidiyoruz' dedi.
Kafilede İstanbul, Kocaeli, Sakarya, İzmir ve Manisa'dan guruplarımız var. İçlerinde din görevliler, müftüler, tarikat liderleri, vaizler ve diğerleri hepsi var.
O yıl takvime göre, Cuma günü Arafat'ta olacağız. Bir odaya hepsi toplanmış, başlamışlar tartışmaya. Mevzu şu: Arafat'ta Cuma namazını nerede kılacağız?
Anlaşamayınca tartışmaya, tartıştıkça işi kavga noktasına getirmişler. Meğer gürültünün sebebi buymuş. Fettahoğlu'nun tepesi atmış. Beni alıp yukarıya, bunun için çıkarmış.
Fettahoğlu uçuk adam. Odaya girince herkes sustu. Hepsine teker teker sordu. Müftü bir başka söylüyor, tarikat şeyhi bir başka söylüyordu.
Sonra bana döndü Fettahoğılu: ' Ula Ahmed uşağım, ha konuş bunlara!!!'
5 dakika sürmedi. Önce Cumanın şartlarını sordum. Sonra arkası geldi. Hem Kur'andan ve hem mezhep içtihatlarından anlattım. Netice itibarıyla; Arafat yerleşim merkezi olmadığı için, orada Cuma kılmak söz konusu değildi.
Tartışma bitmişti. Bitmişti amma hocalarda, tarikat şeyhinde ince bir burukluk vardı. Sebebini tahmin edebilirsiniz.
Sonra içlerinden birisi Fettahoğluna şöyle dedi: 'Peki şimdi bu ne'
Fettahoğlu patladı tabii olarak:
'Bu, Fetavayi Ahmediye'dir'