Deyimlerimize Ne Oldu?

Ahmet İNCE gordesgazetesi@gmail.com

Türk dilinin büyük ustalarından rahmetli Faruk Kadri Timurtaş’ın, dilin zenginliği ile ilgili olarak çok önemli bir tespiti vardı. Bir dilin zenginliğinin, yalnızca kelime sayısıyla ölçülemeyeceğini söylemişti hocamız. Esas zenginliğin; o dilde kullanılan deyim, deyiş ve özlü sözlerle kıymet kazanacağını dile getirmişti. Timurtaş hoca bu yönüyle Türk dilinin, dünyada sayılı ve zengin bir dil olduğuna ısrarla vurgu yapardı.
      Deyim, deyiş ve özlü sözler; ifadede ve meramı anlatmada büyük kolaylık sağlar. Bu aynı zamanda, ifadenin renkliliği demektir. Hayatı anlamlı kılan, esasında bu deyim ve deyişler değil midir?
Toplum bunları ne kadar çok kullanırsa, kültürel devamlılık devam ediyor demektir. Bugün deyim ve deyişleri, hangi sıklıkta kullanıyoruz acaba? Burada çok ciddi soru işaretleri var. Önce kelimelerimiz gitti. Sonra da deyim ve deyişlerimiz.
Modern zamanın teknolojileri, dilimize büyük darbe vurdu.
İnternet ortamı, cep telefonları adeta kelimeyi iptal etti. Telefon görüşmelerini bile fazla görmeye başladık. Mesaj yazma hastalığımız var. O mesajlarda kullandığımız kelimelerin, sesli harflerini kullanmayı gereksiz görüyoruz. Konuşmayan, ancak yazışan bir toplum haline geldik.
     Kelimeler hayatımızdan çıkarken, deyim ve deyişlerde yok olmaya mahkûm oldu.
     Böylece düşünce kayboldu, tefekkür rafa kalktı. Meramını anlatamayan, insan topluluğu haline dönüştük.
Böylesine bir kültürel yozlaşmadan acı duyuyorum, kaygı duyuyorum.
Bu yüzden bu hafta, deyimler ve deyişler üzerine yazayım dedim.
     Çocukluğumuz, gençliğimiz çarşıda geçti. Orası bizim için mektepti. Hayatımızda telefon yoktu, internet yoktu, mesajlaşma yoktu. Konuşurduk, dinlerdik. Nice kelime, nice deyim ve deyiş, beynimize kazınırdı.
     Havuzlu Çarşının ağır toplarından Mustafa Zeybek vardı. Beyefendiydi, şehrin eşrafıydı. Dikkat çeken tek yönü, kısa boylu olmasıydı. Eski Gördes’teki dükkânlarında, babası Halil Efendi’ye komşuları şöyle takılmış: “Halil Efendi! Mustafa’nın boyu da amma küçük.”
     Siz olsaydınız ne derdiniz?
     Halil Efendi hiç istifini bozmadan ve bozuntuya da vermeden, şöyle cevap vermiş: “ Şahin küçüktür amma gökten turna indirir.”
     Bir ömrün değerini nasıl anlatırsınız? Yıllar geçmiş, yaş belli bir yere gelmiş. Yine Mustafa Zeybek amcayla oturduğumuz bir gündü. İş hayatından çokça bahsedildi. İç çekerek aynen şunları söyledi bana; “Tandır tava geldi hamur tükendi/ İş kendini gösterdi ömür tükendi.”
Zeybek amcayla devam edelim.
     Eski Gördes’te dükkâna babasından sonra gelirmiş. Takım elbise ve kravatlı olurmuş hep. Geç gelişini, babası birkaç kez hatırlatmış. Gençlik işte, başımda duman misali. Bir gün babası komşusuna tembih etmiş ne söyleyeceğini. Zeybek amca karşıdan gelirken, babası dükkân önünü süpürmeye başlamış.
      Tam dükkânın önüne geldiğinde, komşusu babasına şöyle seslenmiş: “Halil efendi! Maşallah Mustafa seni yetiştireli artık rahat ediyor.”
Mustafa Zeybek hemen babasının elinden süpürgeyi alır, temizliğe devam eder. Bir daha babasından sonra dükkâna gelmemeyi öğrenir.
     Baba çalışır, bir düzen kurar ve geliştirir. Bazen ikinci kuşaklar haylaz çıkar. Eskilerin deyimiyle bu durumu “varlığı kudretten sanır” Çarşıda böylelerini çok gördüm. Büyükler onlar için, şöyle derdi: “At üstünde orak biçiyor.” Kaç yıllık tecrübeyim ben. At üstünde orak biçen evlatlar yüzünden, niceleri varlıklarını kaybedip gitti.
70’li yıllardı. Kayacık kasabasından Süleyman Arpaz vardı. İşi, sözü, alışverişi kitap gibi adamdı. Oğlan evlendirecek. Dükkândayız. Biraz kaygılı hali var. Babam sordu kendisine. Çok prensipli olduğu için kendini sıkıntıya sokuyordu. Şöyle dedi babam; “Ağabey rahat ol. Her şey hallolur. Ne gerekiyorsa yaparız.”
Arpaz amcanın gözünde, düğün başka bir şeydi. Sandalyede bir dizini yukarı çekti eliyle dizine sert şekilde vururken, sadece şunu söyledi; “Aliii! Düğün demek, dövün demektir”
Deyimlere, deyişlere, özlü sözlere doyum olur mu? Hele toprakla ilişkin varsa. Yıllarca üretimin içinde oldum. Toprağın ve çiftçiliğin değişmez yasalarını öğrendim. Beynime nakşoldu cümlesi.
Mahsulü ektin. Elbette bir beklentin olacak. Bunu ifade ederken, şu kadar ürün alacağım diyemezsin. Niye? Hastalığı var, afatı var, sıcakları var. Çiftçilerin altın ihtarı, bu yüzden söylenmiştir; “Ekici ol, bilici olma”
     “Çiftçinin karnını yarmışlar, 40 tane yeni yıl çıkmış.” Toprakla uğraşmanın kaderidir bu. Bu yıl ne kadar kötü geçse de, yeni yıla hep yeni bir umutla girersin. Beklentilerin olur bu yüzden. Şu kadar alırsam, şu kadara satarsam diye hesap edersin.
Altın kadar kıymetli bir hatırlatmadır. Şöyle denmiştin mesela; “Yıl sana ne verirse, ancak onu alabilirsin.” Gerçek böyledir. Yıl uygunsa, mahsul güzel olur. Yağışlı, kurak mevsimlerde, evdeki hesap çarşıya elbette uymaz.
Bu yüzden çiftçilere, bir hatırlatma daha yapılmıştır; “Ambara koymadıktan sonra, tarlada mahsulüm var deme.”
Tarım yardımlaşmadır, dayanışmadır. Eskiden aileler kalabalıktı. İşler “değişik” modeliyle görülürdü. Sıkışan ailelere diğerleri yardım eder, onlar sıkışınca diğerleri yardım ederdi. Şu söz ne kadar güzel değil mi? “ El ele verdim, uc uca vardım.”
Konuşmak, sohbet etmek zorundayız. Kelimeleri, deyimleri, deyişleri, özlü sözleri kullandığımız sürece kültürümüz ayakta kalır.