Gençliğini Satar mısın?

Ahmet İNCE gordesgazetesi@gmail.com

70’li yılların sonuna doğruydu. Havuzlu çarşıda ahengin, tecrübenin, bereketin güzelliklerini yudumladığımız yıllardı. Çarşı bir mektepti. Her bir esnafı, adeta usta öğreticiydi. Eski Gördes’ten nakil, şehrin yenisine çıkmışlardı.
            Cep telefonu, internet yoktu. Televizyon yeni yeni hayatımıza giriyordu. Buna karşın, müthiş ikili ilişkiler vardı. Çınarların altındaki sohbetlerin tadına doyum olmazdı. Günün her saatinde esnaflar dükkânlarda bir araya gelir, iş konuşurlar, aş konuşurlardı.
            O okulun en önemli özelliği, gençlere verdiği önemdi. Yaşlı başlı esnaflar, gençlerle birlikte olur, onlara tecrübelerini anlatırdı. Hayatımın en önemli eğitimini, çarşıda aldım. Nice tecrübeyi, genç yaşımda onlardan öğrendim. Çoğunu kendime şiar edindim. Deyişleri, özlü sözleri beynime nakşettim.
            Diyebilirim ki Havuzlu Çarşı olmasaydı, yazarlığım da olmazdı.
            Çarşının ağır toplarından birisi de, merhum Mustafa Yoğurtçu idi. Köşede bakkal dükkânı vardı. Her daim ciddi bir duruşu olurdu. Ağzından çıkan sözler, kanun maddesi gibiydi. Onunla sohbet etmek çok hoşuma giderdi. Kendisini severdim. O da beni çok severdi.
            Bazen dükkânına çağırır çay ikram eder, sohbette bulunur, nasihatler ederdi.
            Gençliğim çok enerjik ve hareketli geçti. Bir de çok idealisttim. Ülkem için ideallerim vardı. Okuyor, araştırıyor ve genç yaşımda büyüklerimi ideallerime davet ediyordum. Sanırım bu yüzden Mustafa Yoğurtçu amca, beni sevgiyle kucaklıyor ve yüreğini açıyordu.
            Bir sabah, yine dükkânlar erken açılmıştı. Dükkânların önleri süpürülüp sulanmıştı. İşimi bitirir bitirmez, karşı köşeden Yoğurtçu amca seslendi: “Ahmet gel bakalım, seninle çay içelim.”
            Sözünün üzerine söz konmazdı. Benim için böyle bir davet, bulunmaz ve ulaşılmaz bir imkandı. Heyecan ve arzuyla Yoğurtçu amcanın dükkânına vardım. Kapı önüne oturakları koymuştu. Tez vardım elini öptüm. Hemen çayları söyledi.
            Eski Gördes günlerinden girdi, yenisinden çıktı. Güzel şeyler anlattı. O bir kelam ustasıydı. Konuları bağlaya bağlaya, benim gençliğime getirdi. Heyecanlanıyordum. Övgüyle gençliğime atıfta bulundu.
            Sonra şöyle devam etti; “Ahmet seninle bir pazarlık yapalım.” Şaşırmıştım. Şaşkınlığımı gizleyerek, gerisinde ne var diye merak etmeye başladım. Hayrola amca dedim. Sonra pazarlık maddesini sıralamaya başladı; “Evladım Ahmet! Bana gençliğini sat, sana istediğin parayı vereyim.”
            Şaşırmıştım.
            Nezaketimi bozmadan cevap verdim; “gençliğim senin olsun amca, para istemez.” Bu cevap ona bir jestti tarafımdan. Onu ilk defa gülümserken gördüm, hoşuna gitmişti.
            Aradan yıllar akıp gitti. Gençlik yılları geçti, orta yaş geçti, yaşlılık sınıfına girdik. Bana gençliğini sat diyen Yoğurtçu amcayı, şimdi ancak anlayabiliyorum.
            Gençlik insan hayatında temiz ve berrak bir sayfa. Enerji, arzu, heyecan ne ararsan var. Hamleler hep ileriye doğru. Okul ve tahsil hayatı, sonra iş hayatı, ardından eş seçimi. Bir dönem böyle geçiyor. Çocuklar oluyor, onların yetiştirilmesi ve tahsil hayatları devreye giriyor. Hikâye bitmiyor, çocukların evlilikleri gündeme geliyor.
            Hep gençlik arzusuyla koşuyorsun. Ama bir şeyi fark etmiyorsun. Yani yaşını.
            Ortalama 60’a gelmişsin. Artık o gençlikten bir eser kalmamış. Değil gibi hareket ediyorsun ancak boşuna. Bu defa vücudun devreye giriyor. Gençliğinden bir eser kalmadığını sana hatırlatıyor.
            Hele bizim kuşak bir başkaydı. İdealisttik. Ülke rüyalarımız vardı. Hep peşinden koştuk. Yılmadan, bıkmadan mücadele verdik. Ama bir şeyden habersizdik. Zamanın ne kadar acımasız olduğunu fark edemedik. Taaki vücudumuz bize hatırlatmalarda bulunana kadar.
            Şimdi yine beraberiz. Ülkenin dört bir yanına dağılmış yarenlerimiz var. Dostluğumuz ve yarenliğimiz hala devam ediyor. Ama bir farkla devam ediyor. İdeallerimizi ve hayallerimizi fazla konuşamıyoruz. Zira vücudumuz buna imkân vermiyor.
            Kimisi tansiyon, kimisi şeker, kimisi kalp, kimisi prostat rahatsızlığından mustarip. Tabi dahası ve dahası var bizim kuşak için. Oturup sohbet ediyoruz, konu sağlık. Tansiyonun kaç, şekerin ne durumda, prostat ne yapıyor, saatlerce konuş bakalım konuş.
            Yoğurtçu amca benim gençliğimi satın almak istediğinde, çok haklıymış meğer. Gençlik insana vücudunu unutturuyormuş aslında. Vücut; varlığını sana hatırlattığında, artık ortada gençlik filan kalmıyormuş.
            Ama hayatın kanunu bu. Yaşamın vazgeçilmez bir kaidesi. Doğuyoruz, büyüyoruz, çocuk ve genç oluyoruz. Organlar sıfır kilometre araba gibi. Yıllar geçiyor, yıpranıyor, belli arızalara neden oluyor.
            İşin hakikati vücuttaki her organın bir kullanım süresi var. Miadı doldu mu, hekime gidiyorsun, tedaviye başvuruyorsun, ama bunlar bir yere kadar.
            İlahi bir hakikat ile karşı karşıyayız. Hayatı yaratan Allah, ölümü de yarattı. Ölümün gerçekleşmesi, vücudun süresini tamamlaması ile oluyor. Nitekim Mülk suresinde bu hakikat şöyle ifade ediliyor:
            “Ölümü ve hayatı yaratan O’dur. Bunlar; hanginiz daha güzel işler yapacak diye sizi yıpratıcı bir imtihandan geçirmek içindir. O güçlüdür, bağışlayıcıdır.” (Mülk–2)
            Bütün mesele gençliğin kıymetini bilmekte. İyi, güzel, faydalı işlerle geçerse ne ala. Sanırım Yoğurtçu amca, bana gençliğini sat demekle bunu hatırlatmak istedi…