Dış Politika Üzerine
Ülkemiz ilkokuldaki bütün ders kitaplarda söylenildiğinin aksine bir köprüden ibaret değil. Batı dünyası bunu her zaman böyle görmek istedi ve uzun süre de ülkedeki birçok üst düzey bürokrat ve siyasetçimizi ne yazık ki bu anlayışla yetiştirmek için eğitim sistemimizdeki birçok unsur tekrar dizayn edildi.
Bu durum uzun bir zaman kaybına ve elbette nitelikli insanımızı tam manasıyla yetiştirme hususunda bize birkaç nesile mal oldu. Halbuki, dış politikada Türkiye, herkesin farkında olsa da, dile getirmek istemediği kilit mahiyette ülkelerden birisi konumunda olmayı bugün devam ettirmektedir.
Kimi zaman ülkemiz dış politikadaki hamlelerini dönemin şartlarına göre biraz daha geç şekilde gerçekleştirmek durumunda kalsa da, devlet yarına bıraksa da yanına bırakmaz anlayışından dış politikada da vazgeçmemiştir. Neticede, 2000 yıldan fazla devam eden bir devlet geleneği, ülke bazı zorluklarla yüz yüze kaldığı dönemlerde de aynı şekilde devam eder.
Cumhuriyet tarihindeki önemli dış politika hamlelerimizden bahsetmek gerekirse başta elbette Montrö dönemi akla geliyor. II. Dünya Savaşı patlak vermeden yapılan bu anlaşma sayesinde bugün bile boğazlarımızdaki savaş gemileri geçişini kontrol altında tutmayı başararak bölgedeki söz sahibi olma niteliklerimizden birisini kullanabiliyoruz. Bu yetkiyi özellikle yakın zamanda Kırım ve Ukrayna-Rusya savaşında oldukça yakından deneyimleme şansına sahip olduk. ABD donanmasının Karadeniz’e geçmesine izin verilmemesi özellikle 30 yıl önce çok daha büyük sonuçlara sebep olabilse de, ABD’nin son 10 yıldır özellikle Ortadoğu’da kan kaybetmesi sebebiyle birçok ülke üzerindeki nüfuzunu kaybettiğini tesciller mahiyette oldu.
Elbette ABD, kağıt üzerinde hala dünyanın süper gücü gibi gözükmeye devam ediyor. Ancak 1980’lerdeki monarşisini artık yönetimde çok başlı sisteme bırakmak zorunda kaldı. Önceden BM Güvenlik Konseyindeki en önemli söz sahibi ülke konumunda iken bugün hem Rusya’nın hem de Çin’in gölgesinde kaldığı durumlar ile karşı karşıya kaldılar. Konuya tekrar devam etmek üzere virgülle ara vererek diğer başlığımıza geçmenin zamanı geldi.
Cumhuriyet tarihimizdeki önemli hamlelerimizden bir diğeri ise, yaklaşık 10 yıllık bir gecikme ile gerçekleşmiş olsa da, kuşkusuz Kıbrıs Barış Harekatıdır. Geçtiğimiz günlerde KKTC’nin 50. Kuruluş yıldönümünü kutladığımız ve Kıbrıs’taki Türk varlığını bütün dünyaya ilan ettiğimiz harekat, ne yazık ki ilk başlarda 1964 yılındaki Kanlı Noel sonrasında hayata geçirilmek istense de, ülkenin dış destekli bir darbe ile yeterli kaynağa sahip olamamasından mütevellit ancak 10 yıl sonra hayata geçirilebilmiştir. Geç de olsa, güç olmadan Kıbrıs’ın kuzey bölgesinin Türklerin elinde kalması, günümüzde Akdeniz’de söz sahibi olan ülkeler arasında kalmamızı tasdiklemiştir.
80 ve 90lı yıllarda ise, ülkemiz kendi iç buhranlarından bir türlü kurtulamadığı gibi dış politikasına odaklanamadan yalnızca mevcudu koruma çabasını devam ettirmiştir. Bu süreçte özellikle Yunanistan’ın NATO’ya alınmasına sebep olan askeri cuntanın, ülkeye sonraki yıllarda en çok zararı dokunan imzalardan birisini attığı aşikardır.
2002’de meydana gelen ABD’nin Irak işgali ise, bölgemizde son 10 yıla kadarki en önemli harekatlardan birisi anlamına geliyordu. Dünyanın petrol rezervlerinden birisi olan Irak bölgesini “demokrasi” adı altında işgal eden ABD, yanına doğal destekçisi ve hamisi olarak gördüğü İngiltere ile birlikte Kuzey Irak bölgesini petrol kuyularını birer birer paylaşmak üzere harekete geçti. Bu süreçte de ülkemiz ise, ne yazık ki 2001 krizinin yaralarını sarmaya çalışıyordu.
Bu harekatın ardını 2010 yılında başlayan Arap Baharı adı altında batının Orta Doğu’daki kart dağıtımını tekrar yaptığı süreç aldı. Bu süreçte, ülkemiz ekonomik anlamda ciddi bir yükseliş içindeyken, Ortadoğu’daki müttefiklerini birer birer kaybettiği Libya ve Mısır ayaklanmalarına ek olarak 2014 yılındaki Suriye iç savaşı sonucunda İran gibi tek başına kalan bölgesel güçlerden birisi haline geldi. Bu durumun ceremesini yaklaşık 6-7 yıl çekmek durumunda kalmamız, bu süreçte öncelikle savunma sanayisinde dışa bağımlılığı azaltmamız alanında özellikle büyük pay oynadı. Müttefikimiz gibi gözüken bütün ülkeler bu süreçte bize köstek olduklarını açıkça göstermekten bile geri durmamaya başladı. Çünkü onlar için tehdit oluşturabilecek bir teçhizatımız bulunmuyordu. Özellikle hava savunma sanayisinde tam anlamında bir bağımlılığımız vardı.
2020’deki pandemi dönemi, dünyanın küresel düzenini değiştiren ve ülkemiz için de önemli sıçrama taşlarından birisini ifade ediyordu. Yaşadığımız yine onca badire sonrasında savunma sanayimizdeki iyileşmelerin ilk sonucunu Karabağ zaferinde elde etmeyi başardık. Bu zafer aynı zamanda, yaklaşık 100 yıllık bir zaman dilimi sonrasında ülkemizin tekrar toprak kazandığı bir dönemin başlangıcı olarak da akıllarda yerini aldı.
Pandemi sonrasındaki en önemli hamlelerden birisi de, Ukrayna savaşı öncesinde meydana gelen İsrail’in Avrupa’ya kurmayı düşündüğü doğalgaz hattı konusundaydı. Bu süreçte Libya ile gerçekleştirilen münhasır deniz ticaret anlaşması sayesinde İsrail’in önüne ket vurulması kısa bir süreliğine de olsa gerçekleştirildi. Ardından yine bizi saf dışı bırakmak için yeni bir anlaşma sürecinde ise, Rusya’nın Ukrayna’yı işgali, bütün dikkatleri tekrar Karadeniz’e yönelterek Türkiye’nin bu bölgedeki gücünü de artırdığı bir diplomatik süreci getirdi. Savaşın ilk zamanlarında Türkiye’nin NATO ile hareket ederek Rusya’nın üzerine gönderilme çabaları def edildi. Aksi halde taraf olmamız bu durumda bertaraf olmamız anlamına gelecekti.
Günümüzde ise, 07.10.2023 tarihinde başlayan ve geçmişi 1900lü yılların başına kadar uzanan Filistin katliamının dünya dengelerini değiştirmeye doğru giden bir savaşın öncüsü konumuna getirdi. İsrail’in 150 yıllık çalışma ve planlamalarının neticesinde, 1948’de terör örgütleri vasıtasıyla kurulan devletinin günümüzde hala terör yaymaya devam ettiği, ek olarak bütün dünyayı korkunç terör tuvalinin bir parçası olarak gördüğünü de gözler önüne serdi.
Ülkemiz ise bu süreçte yine dünya ülkelerindeki temsilciliklerinin sayısını artırıp ekonomik ve askeri nüfuzunu eskiye nazaran çok daha hızlı bir şekilde artırdığı bir safhayı tecrübe ediyor. Bölgede, İsrail’e karşı hamlede bulunabilecek en büyük güç olarak artık Arap ve Asya dünyasının da önemli kilitlerinden birisini ihtiva ediyor. Üst komşumuz Rusya’nın Ortadoğu ile ilgilenmesinin çok daha zor olduğu bir süreçte, ilk başta Rusya’yı Ukrayna’ya karşı kışkırtıp daha sonra Ortadoğu’daki hamlelerine daha az müdahale edilmesini sağlayan İsrail’in önündeki en büyük tehdit ise, BOP’un en önemli bölgelerinden birisini kapsayan ülkemizi içeriyor.
Dolayısıyla artık zaman, tehdit sınıra gelmeden hareket etmemizi gerektiren bir dünya dengesini gözler önüne seriyor. Bu yüzden Somali’deki askeri varlığımız, Katar ve Libya’daki eğitim birliklerimize ek olarak Afrika’daki temsilciliklerimizin gün geçtikçe artması, Türkiye’nin 21. Yüzyılın lider ülkelerinden birisi olması yolunda geçmesi gerektiği adımları teker teker attığını gösteriyor.
Analizi kolay, ancak gerçekleştirmesi zor olan bu planlar, her zaman istenildiği gibi gitmeyip sekteye uğrayabilse de, kadim devlet geleneklerimizin bu konuda sağladığı sabrı ve zamanlamayı yine sağlayacağımız zamanlar yaklaşıyor. Bu süreçte, kaçınılmaz olan gelene kadar, savunma sanayimizi güçlendirip nüfuzumuzu her yönden artırmaya devam etmekten başka bir seçeneğimiz yok. İsrail tehdidinin ülke sınırlarımıza kadar gelmesini beklediğimiz takdirde sonuçlarını 100 yıl önce olduğu gibi çok daha ağır bedellerle ödeyebiliriz.