Ayşe Kızla Vato-I
'AYŞE KIZLA VATO' HİKÂYESİ ÜZERİNE
İlk defa 1970'li yılların başında ortaokulda okurken Türkçe ders kitabımızda karşılaşmıştım.
Öğretmenimiz güzel güzel anlatmış, genişçe bir vakit ayırmıştı. Nasıl gururlandım, nasıl heyecanlandım bir bilseniz...
Defalarca okudum. Her okuyuşumda tatlı bir heyecanın sarardı beni. Bu toprağın çocuğu olmaktan haz alırdım. Mahallemizde dinlediğim kirkit seslerinden, belli belirsiz kulağımıza gelen nağmelerden, o sanat eserlerinin renk ve ahenginden; geleceğe uzanan, geçmişi yüreğinde taşıyan bir sonsuzluk bestesi dahi yapılabilirdi belki...
Kimden ve neden mi bahsediyorum?
Kınalı parmaklarıyla hüznün sarı dalını halısına işlerken Arabistan çöllerindeki Mehmetleri için;
'Gece bir ses geldi derinden, derinden
Beni mi çağırdı Yemen çöllerinden?'
deyip, kara gözlerinden akıttıkları yaşlarla medeniyet dokuyan Ayşe Kızlardan ve hâlâ gıpta edilen eski Gördes halılarından bahsediyorum.
Okul arkadaşım Yurtcan Biryol, Amerika gezisinde New York Metropolitan Museum'da sergilenen Gördes halısının resmini paylaşınca yine hatırladım, sevindim ve mutlu oldum.
Son olarak, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü'nün aylık yayın organı Türk Kültürü dergisinin 1977 yılı 178. sayısında Ahmet Hikmet Müftüoğlu'nun 'Tabii Türkçe' başlığı altında 'Ayşe Kızla Vato' hikâyesi karşıma çıkınca bir daha okudum.
Hikâyeyi sunmayı düşündüm. İstedim ki; çocuklarımız da gençlerimiz de bizi anlatan bu şaheserlerin doğduğu, yeşerdiği iklimi teneffüs etsinler, güzel gönüllerin, şimdilerde hayallerin dahi yetişemeyeceği gerçek sevdaların farkına varsınlar. Varsınlar ki, yine medeniyetimizin yapı taşları olsunlar.
AYŞE KIZLA VATO (I)
"Hamdullah Suphi Beyefendi'ye"
'İştah ve lezzetle yenen bir öğle yemeğinden sonra, köpüklü kahveler arasında içilen sigaraların dumanlarından kulübün yemek salonu hayli sislenmişti. Bir tarafta iddialı av sohbeti, diğer yanda Millet Meclisi'ndeki tartışmalar sonrası bir siyaset mücadelesi, şu köşede bir kaç asil gencin, belki bir güzel kadın tarafından aldatılmış bir arkadaşlarına karşı kahkahaları, ekseri müdavimleri yaşlı, vakarlı kişilerden meydana gelen bu toplanma yerinin havasını haz ve neşe rüzgârlarıyla dalgalandırıyordu.
Bizim sofrada konu, Türk, Macar ve Polonyalıların tarihi külah ve elbiselerinin benzerliğine dairdi. Konyağın son damlasını emen Kont 'Geza...' iri sigarasını silkelerken ecdadının eski kaftanlarıyla kendisinin biriktirdiği güzel sanatlar koleksiyonunu göstermek için bizi konağına davet etti.
Benimle beraber Amerikalı, İtalyan ve Alman dört yemek arkadaşı, kulübün avlusunda bekleyen Kont'un otomobiline girdik. On dakika sonra kendimizi bir geniş mermer merdiven başında bulduk. Bıyıkları tıraşlı bir uşak, sağ tarafta üstü koyu güvez çuha ile kaplanmış bir kapı açtı. Bir taş odaya girdik. Dört duvarına yaslanmış camlı dolapların içinde bu ailenin atalarına ait bir kaç yüz çarık, çizme, terlik, takunya vardı. Bu ayakkabıların sonradan görme kimseler gibi, böyle baş sedirde, ceviz dolapların parlak camları arkasında, sahte birer kibar tavrıyla duruşlarında gizli tuhaflık vardı. Kont'un kâtibinin arkasında diğer bir odaya girdik. Burada oymalı iki abanoz koltuk ve iki masada iki büyük demir kasa ile ortada bir camlı dikdörtgen masa vardı. Bu masanın cam yüzeyinin altında firuze, mercan işlemeli; gümüş oymalı telkâri bıçaklar, yatağanlar serilmişti.
Bu iki kasadan çıkarılan küçük ceviz çekmeceler içinde, gümüş tepsiler üstünde bize gösterilen elmaslı, yakutlu sorguçlar; safirli ve firuzeli kılıç kemerleri; değerli taşlarla bezenmiş kadın ve erkek düğmeleri; gümüşlü, mineli eski Türk ve Macar üzengileri; el aynaları önümüze yığılıverdi. Bu hanedana ecdattan kalan ve daima büyük oğula intikal eden bu kıymetli aile hatıralarının bu suretle dikkatle saklanmasını takdirden kendimizi alamıyorduk. Burası bir küçük Karun hazinesiydi.
Geniş merdivenden yukarı kata çıktık. Burada yemek odasından salona kadar gümüş leğen ve ibrikten, ufak incili yastığa kadar bütün eşyanın bir kıymeti, bir inceliği vardı. Camekânın iç tarafında Asya ve Avrupa'nın hemen her tarihi milletine ait olmak üzere pırlantadan akike, altından pirince kadar, belki üç yüz yüzük, kadife yivler arasında sıralanmıştı.
Duvardaki pastel ve yağlı boya nefis tablolara uzaktan bir göz atmadan geçemiyorduk. Şimdi Kont'un yazı odasındaydık.
İşte, dedi, Macaristan'da bir eşi bulunmayan bir hakiki 'Vato..." *
Bu tahminen seksen santim boyunda ve elli santim eninde bir tablo idi. Ormanda bir pınar başında kurulmuş bir sofra... Kenarda bir genç saz çalışıyor. İki taze uzanmışlar, dinliyorlar. Biraz beride iki kadın arkası katmerli ve kabarık libaslar ile raks ediyor görünüyorlardı.
Şimdi bundan kıymetli bir şey göstereceğim.
Parmağıyla o meşhur Fransız ressamın levhasının yanında asılı bir küçük halıyı gösterdi. Bu bir Gördes seccadesiydi. Şimdi bütün gözler bu güzelliğe çevrilmişti. Bir antika meraklısı olan Amerikalı ile ressam İtalyan, seccadenin yanına yaklaşarak altından küçük ilmiklerine bakıyorlardı.'
Devam edecek'