1921'den 2021'e Yangının 100.Yılı
1921; İlçemiz tarihinde derin iz bırakan, yaşayanların asla unutamadıkları, nesilden nesile aktarılan, acı, ıstırap ve hüzün dolu bir yıldır.
Takvimler 21 Mayıs 1921’i gösterirken, Gördes o güne kadar yaşamadığı kapkara bir gün yaşar. İki yıllık şanlı direnişinin ardından, sabah erken saatlerde üç koldan şehre giren Yunan sürüleri, Gördes’i önce yağmalayıp sonra da ateşe vererek büyük bir vahşet gösterirler.
İki yıl süren şanlı direnişinin ve işgale karşı dik duruşunun cezalandırılmasıdır bu. Anadolu’da işgalcilerin yaktıkları ilk şehirdir Gördes.
Gördes eşrafının aldığı isabetli kararla göç ederek büyük bir katliamdan kurtulan Gördes ahalisi, uzaktan bu feci manzarayı seyreder. Kapkara bir duman kaplamıştır gökyüzünü, alev alev yanmaktadır Gördes.
Pencerelerinden begonyaların sarktığı, ayva, nar ve erik ağaçlarının süslediği bahçeleriyle, hayatlı, cumbalı şirin Gördes evleri, cayır cayır yanmaktadır. Yemyeşil bağlar, bahçeler, henüz sararmamış ekin tarlaları alev alevdir.
Düşman çok kalabalık gelmiştir; 2000 kişilik bir tümenle girmiştir Gördes’e. Ama kalabalık da olsa fazla duramaz, yapacağını yapmış güya cezalandırmıştır Gördes’i. Gördes’in serdengeçti, yiğit akıncılarından korkmaktadır, bu yüzden fazla kalmaz, hemen uzaklaşırlar. Sındırgı’ya doğru sanki kaçarcasına giderler.
Şehre giren Türk Akıncıları feci bir manzarayla karşılaşırlar. Kaçamayan ya da kaçmayan az sayıda Gördesli vahşice katledilmiş, taş üstünde taş, baş üstünde baş bırakılmamıştır. Her yer simsiyah kül yığını halindedir. Nefes alınamamakta, sokaklar bilinememektedir. İntikam yeminleri edilir ve hemen düşmanın peşine düşülür. Akşam olmadan Sındırgı yakınlarında Kapanca mevkiinde yakalanan düşman yaptığına bin pişman edilir, büyük kayıplar vererek Sındırgı’ya güç bela ulaşır Yunan palikaryaları…
Bu olay derin iz bırakır Gördes’te, yıllar geçse de unutulmaz. Uzun yıllar hep bu konuşulur, bu anlatılır. Üç nesil bu anıları dinleyerek büyür.
Bu kadar değil tabi; zalim düşman mağlup olup kaçarken bir defa daha yakar Gördes’i. Bu defa sadece Gördes’i değil işgal edip çekilmek zorunda kaldığı bütün köy, kasaba ve şehirleri yakar.
Asırlar boyunca, düşman saldırılarından uzak huzur ve sükûn içinde yaşamış olan Anadolu, nasıl olmuştur da böyle feci bir duruma düşmüştür? Gördes’i ve Gördes gibi nice şehirlerimizi işgale ve yangına sürükleyen birçok sebepler vardır elbet.
Osmanlı Devleti, zamanla dayandığı sağlam temellerden hızla uzaklaşmaya başlamış, uzun süren rehavet ve cehaletinin sonucu olarak 1800’lü yılların başından itibaren yabancı devletlerin ardı arkası bitmeyen isteklerini yapmaya çalışan, onlara el açıp borç dilenen ve gittikçe katlanan borçları neticesinde zenginliklerine el konulan sömürge bir devlet durumuna düşmüştü. Asayiş bozulmuş, adalet işlemez hale gelmişti.
Anadolu’nun birçok yerinde güç kazanan ağalar kendi sistemlerini kurmuş, adeta devlet içinde devlet olmuşlardı. Haksızlığa uğrayan gençler silahlanıp dağa çıkıyor, etraflarına topladıkları kendileri gibi mağdur gençlerle birleşerek eşkıya oluyorlardı. Ağalar ise bunlara karşı kendi silahlı güçlerini oluşturuyor ya da daha azılı eşkıyalarla anlaşıp kendi düzenlerini korumaya çalışıyorlardı. Hristiyan azınlıklar da bu ortamdan yararlanarak çeteleşmişlerdi. Sık sık köyleri basıyor, halkı soyuyor, devlete baş kaldırıyorlardı. Devlet bir yandan bu çetelerle uğraşırken diğer yandan da ağaları tehdit eden yörük eşkıyalarla uğraşmak zorunda kalıyordu. Devlet adamları ve aydınlar arasında da ikilik ve çekişme var gücüyle sürüyor, her iki taraf da birbirini bitirmek ya da etkisiz kılmak için büyük çaba sarf ediyorlardı. Ticaret tamamen Rum, Yahudi, Ermeni gibi yerli azınlıkların ve yabancı tüccarların eline geçmiş, bu sayede çok rahat bir hayat sürüyorlardı.
Eğitim birliği olmadığından yabancı özel okullar da diledikleri gibi hareket ediyor, devleti yıkmak için var güçleriyle çalışıyorlardı. Aydınlar ve devlet adamları arasındaki ayrılıklar gittikçe derinleşiyor siyasi cepheleşme kızıştıkça kızışıyordu. İsyanlar, suikastler, dağa kaldırmalar, cinayetler önü alınamaz hale gelmişti. Zayıf olan eziliyor, hakkını arayamıyor, hak güçlünün oluyordu. Rüşvet, adam kayırma, yolsuzluk sıradan işler haline gelmişti. Zaman zaman yapılan ıslahatlar çare olmuyor, vaziyet daha da vahim bir hal alıyordu. Nihayet bu çekişmeler sonunda devlet adamları ve aydınlar İttihatçı- Padişahçı olarak iki gruba ayrıldılar.
Önce Padişahçılar sonra İttihatçılar üstün geldiler ve muhaliflerine hiç de acımadılar, sanki başka bir dinden ve millettenmiş gibi birbirlerine karşı her türlü hakaret ve saldırıda bulundular ve birbirlerini bitirmek için akıl almaz yollara başvurdular. İsyanlar, suikastlar, cinayetler birbirini takip etti. Sultan II. Abdülhamit’in 33 yıllık istibdat yönetiminin ardından bir darbeyle iktidara geçen İttihat ve Terakki Partisi de muhaliflerini sindirmek için akla hayale gelmedik yöntemlere baş vurdu. Kendi başlarına buyruk verdikleri yanlış kararlarla devleti felakete sürüklediler; Trablusgarp Savaşı, Balkan Savaşı derken nihayet I. Dünya Savaşı’na Almanların yanında girerek devletin sonunu hazırladılar.
Almanlarla birlikte savaştan yenik çıkan Osmanlı Devleti karşı devletlerle önce Mondros Ateşkes Antlaşması ve sonra da Sevr Barış Antlaşması’nı imzalayarak kendi kendisini bitirdi. İstanbul’da başa geçen İtilafçı Hükümet, İttihatçı avına çıktı, bu arada İngilizler de müttefikleriyle birlikte gelip İstanbul’a oturdular ve sabırsızlıkla bekleyen Yunan ordusunu üzerimize saldılar. Gerek İngilizler gerek Yunanlılar ve gerekse İstanbul’daki İtilafçı Hükûmet, işgalin geçici olduğunu ve işgale karşı kesinlikle direniş gösterilmemesi yönünde millete telkinde bulundular. Amaçları hiç direniş görmeden Anadolu’ya ve İstanbul’a sahip olmaktı.
Yalnız bir şeyi unutuyorlardı; Türk milletinin böyle durumlar için her daim içinde sakladığı direnme gücünü yani Kuva-yı Millîye Ruhunu.
Gördes, bir Kuva-yı Millîye şehriydi, gereğini yapacaktı ve yaptı da. Zulüm gördü, yakıldı ama büyük bir kahramanlık destanını yazmasını da bildi.
Yüz yıl değil bin yıl geçse de, yaşanan bu acı günler hafızlardan silinmeyecek ve Gördesli Akıncıların yazdığı bu kutlu destan asla unutulmayacak, nesilden nesile aktarılacaktır.
Böyle güzel bir destanı yazan ve bize tertemiz bir vatan bırakan aziz şehitlerimizin ve kahraman gazilerimizin ruhları şad olsun.