Araplar Neden Hep Karşımızda?
Bizimle hiçbir ortak yönü bulunmayan Ukrayna ve Gürcistan gibi devletler, Ermeni barbarlığına karşı kayıtsız şartsız yanımızda yer alırken, birçok ortak yönümüz bulunan Müslüman kardeş olarak bildiğimiz Arapların, bize karşı işgalci Ermenistan'ın yanında yer alıp vahşete ortak olmaları nedendir acaba?
Annesinin karnından deşerek çıkardığı günahsız cenini, eline alıp sırıtarak poz vermekten bile çekinmeyen cani Ermeni komitacılarını savunan, onlara arka çıkan Araplar bunu neden yapmaktadırlar?
Aynı Allah'a, aynı Peygambere ve aynı dine inanıyoruz.
Kıblemiz bir, Ramazanımız, bayramlarımız, kandillerimiz'
Mezhebimiz de bir; Ehl-i sünnet ve'l cemaat.
Tarihte uzun bir birlikteliğimiz de olmuş; beraber yemiş, beraber içmişiz.
Kültürlerini almış, hatta sadece almakla kalmamış, götürmüşüz ta Avrupa içlerine kadar, dünyaya tanıtmışız.
Dilimizi, töremizi değiştirmişiz, birçok Arapça sözcük ve deyim yerleşmiş dilimize, selamlaşmamız bile. Her gün beş vakit, bizi Allah'a secde etmeye çağıran ezanlarımız da Arapça okunuyor.
Yüzyıllar boyunca kullandığımız millî alfabemizi terk edip onların alfabelerini alıp kullanmışız; tam 1200 yıl Arap harfleriyle yazmış, çizmiş, anlaşmışız.
İsimlerimiz dahi bir değil mi? Muhammet, Ali, Osman, Bekir, Ömer, Hatice, Ayşe, Fatıma, Emine'
Peki, bunca müşterek değerlerimize rağmen, neden Arap Dünyası daima bize karşı, hep bize muhalif?..
Gelin şöyle bir tarihe uzanalım, belki cevabını buluruz:
Arapların Türklerle tanışması, üçüncü halife Hz. Osman zamanındadır. Hz. Ömer'in, İran'ı fethedip İslâm Devleti'ne bağlamasıyla Türklerle Araplar komşu olmuşlar, Hz. Osman devrinde de Araplar, Türkistan'a girerek ilerlemeye başlamışlardır. Hz. Ali döneminde Araplar, kendi iç meseleleriyle uğraştıklarından dışarıdaki fetihleri bir süre durmuştur. Ümeyyeoğulları'ndan Ebu Süfyan'ın oğlu Muaviye tarafından, Halife Hz. Ali'ye karşı Şam'da kurulan Emevî Devleti, Hz. Ali'nin şehit edilmesi üzerine Arap dünyasına hâkim olmuştur.
Muaviye'nin ölümünden sonra yerine geçen oğlu Yezit, Hz. Ali'nin oğulları Hasan ile Hüseyin'i ve taraftarlarını katledip kendi halifeliğini ilan etmesiyle İslâm tarihinde saltanat dönemi başlamıştır.
Muaviye ile başlayan ve Yezit ile devam eden hile, zulüm ve katliama dayalı saltanat yönetimi, iç sorunlarını çözdükten sonra tekrar Türkistan topraklarına yönelmişlerdir. O yıllarda, Göktürk Devleti yıkılmış ve Türk boyları dağınık bir durumda bulunuyorlardı. Yeni kurulan Türgiş Devleti ise henüz birliği sağlayamadığından, Araplara karşı koyabilecek güçte değildi. Ancak buna rağmen, Emevî orduları istedikleri gibi rahat ilerleyemiyorlardı.
Bir yandan da İslâm âlimleri, Türkleri irşat ederek ikna etmeye ve kazanmaya çalışıyorlar ama Emevî komutanlarının ve askerlerinin ırkçı ve katı tutumları sebebiyle Türkler, kendi bünyelerine aykırı görmedikleri ve ilgi duydukları bu yeni dine girmekte tereddüt gösteriyorlardı. Bu sırada, Türklerin Araplarla savaşmalarından yararlanmak isteyen Türklerin ezeli düşmanları Çinliler de doğudan saldırıya geçmiş, Türkistan üzerinde ilerlemekteydiler. Türkler, tarihi bir karar vermekle karşı karşıya idiler. Ya Çinlilere boyun eğip Arapları ülkelerinden çıkaracaklar, ya da Araplarla bir olup ülkelerinin Çin egemenliğine düşmesine mani olacaklardı. Türkler, tutumlarını beğenmeseler de inançlarını kendilerine yakın buldukları Müslümanları tercih ettiler ve Arapların yanında yer aldılar. Birleşik Türk ve İslâm orduları, 751 yılında Talas Irmağı kenarında yapılan çetin savaşta Çin ordularını bozguna uğrattılar. Türklerin kaderini değiştiren bu savaş, tarihe Talas Zaferi olarak geçti.
Birlikte kazandıkları bu zafer, Türklerle Arapları daha da yakınlaştırdı ve Türkler kitleler halinde Müslüman olmaya başladılar. Türkistan'da İslamiyet hızla yayıldı. Ancak Türkler, Emevîler'in kötü yönetimleri sebebiyle aradıklarını bulamadılar. Adalet, eşitlik, hürriyet, merhamet, kardeşlik gibi çok değer verdikleri ilkelerin açık açık çiğnendiğini ve İslâm dininin men ettiği ırkçılık ve kabilecilik anlayışının hâlâ Araplar arasında devam ettiğini gördüler. Peygamber sülalesine karşı girişilen vahşi katliamları da duydukça, Emevîler'den nefret etmeye başladılar. Bir kısmı ayrılarak eski dinlerinde kalmayı tercih ederken, bir kısmı da İran'ın etkisiyle Müslümanlığı farklı yorumlayarak ayrı bir mezhep olarak kaldılar.
Ancak, Emevîler'in bu kötü tutumlarına rağmen Türklerin büyük kısmı, Sünnî Müslüman inancında kaldılar. Ta ki, Horasan da bir Türk komutanı olan Ebu Müslim'in bayrak açıp isyan etmesine kadar. 86 yıllık Emevî saltanatı, sadece Türkleri değil, Arap olmayan bütün Müslümanları ve hatta bir kısım Arapları dahi çileden çıkarmıştı. Emevîler, sadece kendi soylarından gelenlere değer veriyor, onları kayırıyor, onları düşünüyorlardı. İslâm dininin menetmesine rağmen ırkçı bir tutum sergiliyor, Arap olmayanları horluyor, küçümsüyor, ayrımcı bir politika güdüyorlardı. İslâm'ın getirdiği hak, adalet, merhamet, eşitlik ve hürriyet gibi temel ilkeleri çiğneyerek tekrar kölelik düzenini getirmeye çalışıyorlardı ve hatta getirmişlerdi de.
Tabi ki bunun bir sonu olmalıydı; Yüce İslâm dinine dayanarak, kendi zorba saltanatlarını zorla kabul ettirmeleri ve Allah'ın koyduğu ve Peygamberimizin uymakta büyük titizlik gösterdiği ilkelere aykırı davranışları bir yerde son bulacaktı. İşte Türk komutanı Horasanlı Ebu Müslim, bu zulüm düzenine dur' dedi. Onun açtığı isyan bayrağı kısa zamanda çığ gibi büyüdü ve bütün İslâm memleketlerini sardı. Endülüs (İspanya) hariç, bütün İslâm memleketleri, zalim Emevî saltanatından kurtuldu. Peygamber soyuna savaş açan, kendileri dışındaki Müslümanlara değer vermeyen, zulme ve işkenceye dayalı bu zorba sistem yok edildi. Yerine Hz. Peygamberin soyundan gelen ve bütün Müslümanlara değer veren Abbasoğulları hanedanı getirildi ve yeni bir düzen kuruldu.
Abbasiler adıyla tarihe geçen ve Yavuz Sultan Selim'in Mısır'ı fethine kadar varlığını koruyan yeni bir saltanat dönemi başladı. Bu dönem de, ilk başlarda Emevîler'in aksine adaletli ve güzel bir yönetim sergilendi, İslâm'la şereflenen yeni toplumlara değer verildi, Araplarla eşit tutuldu, bilhassa Türkler çok önemli mevkilere getirilerek, tamamen Türklerden oluşan ordu birlikleri kuruldu. Özellikle Harun Reşit'in oğlu Halife Mutasım zamanında Türklere çok değer verildi.
Ancak, zamanla Abbasiler de Emevîler'in hatasına düşerek haktan adaletten ayrıldılar ve güçlerini kaybetmeye başladılar. Araplarda fütuhat ruhu yok oldu ve tekrar birbirleriyle didişmeye ve çekişmeye başladılar. İşte bu esnada sahneye Türkler çıktı ve bayrağı teslim aldılar. Abbasi Halifeliği, önce Selçuklular, daha sonra da Eyyûbiler ve Memlûkler'in himayesinde uzun süre varlığını devam ettirdi. Bu devletlerin tamamı Türk'tü ve Abbasi hilafetini, hem doğudan gelen Moğollara hem de batıdan gelen Haçlılara ve İran'a hâkim olan Şiî Büveyhoğulları'na karşı himaye ederek korudular ve yaşattılar.
Nihayet, 1517 yılında Mısır'a büyük bir sefer düzenleyip Memlûk Devleti'ne son veren Osmanlı Padişahı Yavuz Sultan Selim, son Abbasi halifesi III. Mütevekkil' i de beraberinde İstanbul'a getirerek, Ayasofya Camii'nde yapılan bir törenle halifelik haklarını üzerine aldı. Böylece, Yavuz'dan başlayarak Osmanlı padişahları aynı zamanda tüm İslam dünyasının da halifesi oldular. Bu durum, Osmanlı İmparatorluğu'nun yıkılmasına kadar devam etti. Sultan Selim, Mısır seferi dönüşü birçok Arap ulemayı da beraberinde İstanbul'a getirmişti. Bu tarihten itibaren, Osmanlı Devleti içinde Arap uleması ve Arap devlet adamları etkili rol oynamaya başladılar. Arap asıllı birçok devlet adamı, çok önemli görevlere getirildiler. Türkler, Peygamber emaneti olarak gördükleri Araplara ayrı bir değer verdiler ve saygı duydular. Türk kültürü, önemli ölçüde Arap kültürünün etkisi altına girdi. Ancak Araplar, hilafetin Türklerin eline geçmesini bir türlü hazmedemediler. Kendilerini, peygamber soyundan gelen ve daha soylu ve medenî bir millet olarak gördüklerinden, Türklere karşı içlerinde beliren his ve heyecana engel olamadılar. Bu his ve heyecanlar, onları, Türklere muhalif olmaya, hasım olmaya ve hatta düşman olmaya kadar götürdü.
İngilizler, I. Dünya Savaşı'nda Arapların bu durumundan çok yararlandılar. Başta Lawrence (Lavrens) olmak üzere birçok İngiliz ajanı, Arap ülkelerine dağılarak Arapları Türklere karşı kışkırtmaya ve isyana teşvik ettiler. Sinsi İngiliz siyaseti çok başarılı oldu ve birçok Arap kabilesini elde ederek isyan ettirmeyi başardılar. Türk orduları, çeşitli cephelerde yedi düvele karşı mücadele verirken bir taraftan da isyancı Arap kabileleriyle de uğraşmak zorunda kaldılar ve birçok Türk askeri, isyancı Araplar tarafından hunharca şehit edildiler. Eğer, I. Dünya Savaşı'nda Araplar Türklerle beraber Haçlı ordularına karşı savaşmış olsalardı, savaşın seyri değişecek; Osmanlı orduları, savaştan büyük bir zaferle çıkmış olacaklardı. Osmanlı Devleti dağılmayıp, tamamen Müslümanlığa dayalı bir cihan devleti olarak yaşamaya devam edecekti.
Birinci Dünya Savaşı sonrası batılı emperyalist devletler, Arap dünyasını istedikleri gibi parçaladılar. Yüzyıllar boyunca, Türklerin himayesi altında birlik ve beraberlik içinde yaşayan Araplar, bölük pörçük oldular. Batılılar, saraylarda cetvellerle çizdikleri sınırlarla Ortadoğu'ya yeniden şekil verdiler ve istedikleri gibi sömürebilecekleri bir hale getirdiler. Nihayet aralarına İsrail'i de yerleştirerek asırlık ideallerini gerçekleştirdiler. Sonrası malum'
O gün bu gündür, Arap Birliği ve Arap Dünyası hep aleyhimizde. Her yerde ve her zaman bize karşı İsrail'le ve batılı emperyalistlerle birlikteler. Türkiye ve Türk Dünyasına karşı hasmane bir tutum içindeler.
Biz, birçok ortak yönümüz bulunan ve din kardeşi olarak gördüğümüz Arapların bu tutumuna bir anlam veremediğimiz ve kabullenemediğimiz için her zaman; 'Bize Arap yöneticileri düşman, halkları değil, Araplar bizim kardeşimiz, O yöneticileri de getirenler zaten Yahudi İsrail ile batılı devletler.' diyerek Arapları düşman görmekten kaçındık.
Türkiye ve Azerbaycan'ın, davalarında yüzde yüz haklı oldukları bilindiği ve bazı Hristiyan devletlerce de desteklendikleri halde bugün de, Yunanistan'ın ve Ermenistan'ın yanında yer alan Araplar için yine aynı şeyler söyleniyor:
'Araplar bize karşı değil, yöneticileri karşı, onları getirenler de zaten Yahudiler!'
Peki, bu Arap toplulukları, bu yöneticilerden hiç mi rahatsız olmuyorlar? Onlardan kurtulmak için bir çaba gösteren var mı? Bir tek Arap âlimi çıkıp da:
'Yahu siz ne yapıyorsunuz? Müslüman Türk kardeşlerimiz davalarında haklı. Neden haksız oldukları halde Ermeni'yi ve Yunan'ı savunuyorsunuz?' diyebiliyor mu???
Bakın, Peygamber Efendimiz 1500 sene önce bunlara nasıl seslenmiş:
'LÂYIK OLDUKLARINIZLA İDARE OLUNURSUNUZ.'
'
Bazıları, İran'ı da Arap zannederek sosyal medya da çeşitli yorumlar yapıyorlar. İran, Arap değil Fars'tır ve Arapların azılı düşmanıdır. Ne Araplar onu, ne de o, Arapları sever. Bulsalar bir kaşık suda birbirlerini boğacak kadar birbirlerinden nefret ederler. İşin ilginç tarafı, mesele Türkiye ve Türk dünyası oldu mu hemen aynı kulvarda buluşuveriyor bu Müslüman kardeşlerimiz. Ne kadar enteresan değil mi?
İran da ayrı bir yazı konusudur'