Gördes'in Kuruluşu ve Gördes Adının Nereden Geldiği Meselesi
Gördes’in, ne zaman ve kimler tarafından kurulduğu ve adının nereden geldiği hep merak konusu olmuştur. Bu konuda, “GÖRDES TARİHİ” ile ilgili yazılan kitaplarda çeşitli görüşler vardır:
Mehmet Tekdemir, “Bilinmeyen Yönleriyle GÖRDES” adlı kitabında bu konuyla ilgili olarak; “Halk arasındaki söylentilere göre, buraya ilk kez ‘Kördost’ adı ile anılan bir göçebe aşiret gelip yerleşmiş ve daha sonraları bu ad “Gördes” olarak konuşulmaya ve söylenmeye başlanmıştır. Halk arasındaki bu söylentilerin, çevre halkının bu kasabayı eskiden beri Türkçe konuşan insanların otur-duğu bir kasaba olarak düşünmek istemelerinden doğduğu anlaşılmaktadır. Gördes, M.Ö. 1400’lerde Anadolu’nun ilk sahipleri olan Etiler (Hititler) tarafından kurulmuştur” demektedir.
Zekeriya Yurdoğlu, “GÖRDES TARİHİ” adlı kitabında: “Gördes, Frigler tarafından kurulmuş demektir ki; bu da M.Ö. 1200 yıllarına dayanır. M.Ö. 665 yılından itibaren Friglerin bütün topraklarını ele geçiren Lidya Devleti’nin toprakları içinde, Gördes’in büyük bir şehir olarak varlığı bilinmektedir ve Julia Gordos adıyla anılan bir eyalet merkezidir.” der.
Feridun Bayram başkanlığında komisyon tarafından hazırlanan “Geçmişten Geleceğe GÖRDES” adlı kitapta; GORDOS, JULİA GORDOS ve GÖRDÜS isimleri ön plana çıkar. Gördes adı ve kuruluşuyla ilgili olarak bölümün yazarı Cenap Güven şöyle demektedir: “Gördes’in altında bir kent daha var: Gordos… Gordos bir Lidya kenti… Roma döneminde ise kentin adı Julia Gordos” diyerek Gördes’in kuruluşunu Lidyalılara dayandırır ve şöyle devam eder: “Gordos’un tarihiyle ilgili bir varsayım olarak şunlar söylenebilir: M.Ö. belki iki bin, belki üç bin yıl, belki daha da önce, Doğu’dan gelen Gordos klan ve kabile toplumu, kendi klan ve kabilelerinin adını verdikleri Gordos ve yöresine yerleştiler.”
İbrahim Çiçek, “Kadın Efe Gördesli Mücahide Makbule ve Silah Arkadaşları” adlı kitabının “Tarih İçinde Gördes” başlıklı bölümünde: “Antik çağlardan beri bilinmekte olan Gördes’in eski adı Gordium olarak anımsanmaktadır. M.Ö. 8. yüzyılda bir devlet kuran Friglerin ilk kralı olan GORDİES’in adını da başkentlerine isim olarak vermişlerdi. Zamanla bu ad; Gordüs- Gordüz- Gördes olarak değişip gelmiş-tir” diye yazmaktadır.
Görüldüğü gibi her dört yazar da birbirinden farklı bilgiler vermektedir. Birinci yazar Gördes’in kuruluşunu; M.Ö 1400’lerde Etiler (Hititler)’e dayandırırken, ikinci yazar: M.Ö. 1200 yıllarında Frigler tarafından kurulmuş olduğunu, üçüncü yazar tarih vermeden Lidyalılar derken, dördüncü yazar: M.Ö. 8. yüzyılda yine Friglere dayandırmaktadır. Gördes adı ile ilgili olarak; Gordos, Julia Gordos, Gordüs gibi genellikle aynı isimler üzerinde durmakta ve zamanla bu isimlerin değişime uğrayarak Gördes olarak konuşulmaya ve söylenmeye başlandığını yazıyorlar. Yalnız ilk yazar (Mehmet Tekdemir) biraz farklı bir yaklaşımda bulunarak, halk arasında da sıkça konuşulan ve inanılan “Kördost” ismi üzerinde duruyor.
Her dört yazarımız da araştırmaları sonucuna göre kabul ettikleri görüşleri yazmışlar. Zaman olarak da genellikle; M.Ö. Binli yılları vermişler, yani günümüzden 3000 yıl öncesini.
Batı Dünyası, kendilerine göre bir tarih anlayışı geliştirmiş ve tarihi M.Ö. 3000 yıllarında yazının kullanılmasıyla başlatmışlardır. Yani ondan önceki devirler karanlık. Hitit, Frigya, Lidya, Truva gibi Anadolu’da kurulan bütün eski medeniyetleri de Grek-Yunan mitolojisine dayandırarak; Anadolu, Trakya, Girit ve diğer Ege adalarının en eski devirlerden beri Yunan toprakları olduğu tezini kabul etmiş ve ettir-mişlerdir. Bizim ders kitaplarımıza da ne yazık ki böyle geçmiştir.
Güzel yurdumuz Anadolu ve Trakya toprakları üzerinde, başta Yunanlılar ve Ermeniler olmak üzere birçoklarının gözü oluğunu hepimiz biliyoruz. Yakın zamanda, henüz üç nesil önce, bunun sıkıntı-larını çok ağır bir şekilde yaşadık. Bizi, dağdan gelip bağdakini kovan; vahşi, barbar bir eşkıya olarak görüyorlar ve Megalo İdea, Büyük Yunanistan, Büyük Ermenistan, Yeniden Bizans ve Roma gibi tatlı hayaller kurarak gideceğimiz günü bekliyorlar.
Peki onlara bu hayalleri kurduran, bu ümitleri veren nedir, kimlerdir? Batılı emperyalist devlet-ler dediğinizi duyuyorum. Doğru ama eksik, bizim payımızı da düşününüz.
Osmanlı İmparatorluğu, Birinci Dünya Savaşı sonunda çatırdayarak yıkılırken; Yunan’ı, Ermeni’-yi ve yerli uşaklarını tahrik ve teşvik ederek savunmasız Anadolu insanının üzerine salan, Türk’ü imha planlarını uygulamaya koyup Ortadoğu’daki adi emellerini gerçekleştirmek isteyenler elbette ki onlar.
Peki, ama onların bu emellerini bildiği halde; böyle bir tarihî fırsatı vererek, masum Anadolu insanını büyük bir yangının içine atan ve tarihinde görülmemiş tecavüz ve işkencelerle katledilip, büyük bir felâkete yol açanlar kimlerdir acaba? Burada çok derin düşünmemiz gerekiyor…
Birinci Dünya Savaşı sonunda imzalanan Mondros Ateşkes Antlaşması ile; ordu ve donanmamız dağıtılmış, başkentimiz işgal edilmiş, bütün silah ve cephanemize, telgraf, telefon, demiryolu ve bütün ulaşım vasıtalarımıza el konulmuş, yani elimiz kolumuz iyice bağlanmıştı. İngilizler? Paris Konferansı öncesi hazırladıkları uydurma sahte belgeleri, Yunan Başbakanı Venizelos’un eline tutuşturarak kürsüye çıkarıyorlar: “İşte belgeler, işte tapularımız… Ege bizim!.. Trakya bizim!.. Anadolu bizim!.. Türkler 1071 yılından sonra topraklarımızı gasp ettiler!” diyerek bas bas bağırıyor Venizelos. İngiliz, Fransız, Amerikan … bütün batılı emperyalistler kıs kıs gülüyor. Bir tek İtalya, kızıp konferansı terk ediyor. O da diyor ki; “Hayır! Anadolu bizim, adalar bizim, biz Büyük Roma’nın varisleriyiz...” Osmanlı delegeleri ise usul yollu terk ediyorlar salonu. Ne yapabilirlerdi ki; ellerinde bir belge yok. Diyemiyorlar ki; “Hayır, bu topraklar iddia ettiğiniz gibi sizin değil, sizin atalarınızdan çok evvel bizim atalarımız yaşıyordu bu topraklarda. Anadolu, Trakya, Adalar bizim!”
Diyemezlerdi çünkü …
Osmanlı Devleti tarihini, İslâmiyet’in doğuşu ile başlatıyordu. Dört Halife Devri, Emevî ve Abbasî devletleri tarihinden sonra Selçukludan kısa bir bahisle geniş bir şekilde Osmanlı Devleti’nin tarihine geçiliyor ve eski Türk Devletlerinden ve ilk Müslüman Türk Devletlerinden hiç bahsedilmeden Osmanlı tarihine giriliyordu.
İslâm dini, milletlerin kökenini araştırıp kendilerini haklı ve güçlü göstermelerine karşı değildir. Elbet bunun ırkçılığa dönüşüp, başka milletleri küçük görmelerini ve aşırı övünmelerini yasaklar. Ama Osmanlı, ihtişamının verdiği rehavetle yanlış bir anlayışa saplandığından böyle bir ihtiyaç duymamıştır. Ancak batılı devletler dünyayı kendilerine mal edebilmek, özellikle Osmanlı’nın hâkim olduğu toprakları elde edebilmek için Eskiçağ araştırmalarına büyük önem vermiş, Avrupa’da Eski çağı ve Karanlık çağları araştıran pek çok araştırmacı-tarihçi yetişmiştir.
Osmanlı Devleti’ni yöneten gerek ittihatçı ve gerekse itilafçı (Padişahçı) yöneticilerin hataları neticesinde; asırlarca dünyayı titreten bu ulu devletin çatırdayarak yıkılmasıyla, devletin kurucu asli unsuru olan Türklerin yaşadığı Rumeli ve Anadolu’ya üşüşen emperyalist devletler ve onların himaye-sindeki Rum, Yunan, Ermeni çetelerinin ve yerli işbirlikçilerinin, devletsiz ve savunmasız kalmış masum Türk halkına karşı giriştikleri insanlık dışı zulümler ( gözlerini oyma, kulaklarını kesme, diri diri derilerini yüzme ve henüz çocuk denilecek yaştaki kızların babalarının gözleri önünde hunharca kirletilip katledil-meleri) hâlâ hafızalardan silinmemiştir.
Yüce dinimiz İslâm; “Düşmanın silahından daha güçlü silahlarla düşmanlarımıza mukabele etmemizi” ister. İşte bu silahlardan biri de -hatta en önemlisi- de “Güçlü Tarih Tezi” geliştirmek ve fikri mücadelede üstün olmaktır.
İşte, yaşanılan onca sıkıntıdan sonra bu gerçeği gören Cumhuriyetimizin kurucusu Büyük önder Mustafa Kemal Atatürk: “Büyük devletler kuran ecdâdımız, büyük ve şümûllü medeniyetlere de sahip olmuştur. Bunu aramak, tetkik etmek, Türklüğe ve cihana bildirmek bizler için bir borçtur.” diyerek, Cumhuriyeti kurduktan sonra ilk iş olarak hemen bu konuya eğilmiş ve Türk Tarih Kurumu ve Türk Dil Kurumu’nu kurmuştur.
Prof. Afet İnan’ın Atatürk’e gösterdiği; Avrupa’da eğitim gören öğrencilere okutulan kitapta ifade edilen “Türklerin sarı ırka mensup ikinci sınıf vatandaşlar oldukları” yönündeki gerçek dışı tezler, zaten kuruluş aşaması başlayan Türk Tarih Kurumu’nun inşa sürecini hızlandırmış ve bu sürecin sonu-cunda; Milli Tarih anlayışının gelişimini ve Türk Tarihi’nin akademik olarak araştırılmasını temin eden Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti 1931 yılında Mustafa Kemal Atatürk’ün emri ile kurulmuştur.
Bu amaçla; Türk Tarih Kurumu’nun çalışmalarıyla hedeflenen temel düşünce şu şekilde belir-lenmiştir: “Türkiye’nin en eski halkının kimler olduğu; Anadolu’da ilk uygarlığın kimler tarafından, nasıl kurulduğu, bu uygarlığın özellikleri; Türklerin dünya tarihinde ve uygarlıklarında yerinin ne olduğu, bu tarihe ve uygarlıklara katkısının ölçüsü, Türklerin Anadolu’da bir aşiretten bir devlet çıkar-malarını sağlayan ve geçmişe uzanan birikimlerinin kökeninin araştırılması; İslâm tarihinin gerçek yönü ve bu tarih içinde Türklerin etkileri” bilimsel olarak ele alınacak, incelenecek, aydınlığa kavuştu-rulacak ve bu konularda kitaplar yayınlanacaktır.
Yapılan yoğun çalışmalar sonucunda; “Türklerin beyaz ırka mensup olduğu” disiplinler arası tarih araştırmaları ile ortaya konulmuştur. Bu sebeple; “Türk Tarihinin Ana Hatları” adıyla bir tarih kita-bı hazırlanmış ve hummalı bir çalışma sonucunda hazırlanan ve toplam dört ciltten oluşan “Tarih I-II-III-IV” adlı kitaplar 1931-1932 eğitim ve öğretim yılından itibaren liselerde okutulmaya başlanmıştır.
Ancak, ne yazık ki; Atatürk’ün hayata vedâ etmesinden sonra, bu kurumlar gerekli ilgiyi göre-memiştir. Maalesef aydınlarımız ve araştırmacılarımız, batılı haçlı zihniyetinin ortaya koyduğu Helen-Grek-Yunan mitolojisi kaynaklı tarih bilgilerine daha fazla ilgi ve itibar göstermeye başlamış, Atatürk’ün gösterdiği hedefler sahipsiz kalmıştır.
Son yıllarda Atatürk’ün gösterdiği hedefler doğrultusunda araştırma yapıp belgeler ve eserler ortaya koyan millî tarih anlayışına sahip tarihçilerimizin sayısında hızlı bir artış görülmektedir. Anadolu’-nun ilk sahipleri olan Hititler (Etiler)’in, Orta Asya kökenli yani Türk oldukları ve Frigya, Lidya ve Truva gibi eski Anadolu medeniyetlerini kuranların da Asya kökenli milletler, yani yine Türk oldukları belgeler-le ispatlanmıştır. Bu araştırmalar sonunda, Anadolu’nun bin değil, en az 10 bin yıldır Türk yurdu olduğu kanıtlanmış, birçok kaynak eser yayınlanmıştır. Hatta bu görüş, bazı kaynaklarda M.Ö. 45.000 yıllarına kadar da götürülmektedir. Çok ilginç bulacağınız bu bilgileri, sizlere gelecek haftaki sohbetimde anlatmaya çalışacağım.
Bu veriler ışığında; araştırmacı Mehmet Tekdemir’in de belirttiği gibi, Gördes halkı arasında konuşulan ve inanılan “KÖRDOST” hikâyesinin daha ciddî olarak düşünülmesi gerektiği kanaatindeyim.