Yangın-II
Çomaklı Dağı'nın tepesinden gülümseyerek nurlu yüzünü gösteren güneşin ilk ışıkları, Pazar Camii'nin pencerelerinden süzülüp mihrabın karşısındaki rahlede Kur'an okuyan aksakallı nurlu yüzü daha da nurlandırarak, birer inci tanesi gibi Kur'an sahifelerinin üzerine dökülüyorlardı.
'Sadakallahülazim' diyerek Kuran-ı Kerim'i kapayıp büyük bir itinayla mushaf torbasına yerleştirdi ve öpüp alnına koyarak yerine astı. Sabah namazı kılınmış, cemaat dağılmıştı. Her sabah yaptığı gibi; bir süre camide kalıp Kur'an okuyan Müftü İsmail Hakkı Efendi, yavaş adımlarla camiden çıkarak taş merdivenlerden indi. Çarşıbaşı'na doğru uzanan dar döşeme yolda ağır adımlarla ilerlerken, sokağı buram buram dolduran taze simit kokularının yayıldığı fırının önüne geldiğinde durdu:
- Selamünaleyküm! Halil Usta, hayırlı işler. Sokağa bereket kokuları salmışsın yine.
Halil Usta işini bırakıp kapıya doğru yaklaştı ve gülerek:
- Aleykümselam Müftü Efendi! Buyurun bir tadına bakın hele.
- Sağ ol Halil Usta! Tadı damağımdan hiç eksilmiyor zaten. Hele sen iki tane sarıver bana.
- Derhal Hocam!
Halil Usta büyük bir çeviklikle tezgâhın üzerindeki simitlerden ikisini sarıp Müftü İsmail Hakkı Efendi'ye uzattı:
- Afiyetle yiyin! Allah bereket versin hocam! Buyurun gelin beklerim!
- İnşa Allah! Haydi, hayırlı işler!
Her zaman olduğu gibi dükkânlarını erken açmış olan Kunduracı Mehmet Usta ile Terzi İbrahim Usta' ya da selâm verip, hayırlı işler dileyerek yoluna devam etti. Köşe başındaki kahvehanenin önünden geçerken içeriden Kahveci Süleyman Ağa seslendi:
- Müftü Efendi, hayırlı sabahlar! Kekiğimiz hazır, buyurun birer bardak içelim!
- Eyvallah! Süleyman Ağa. Bizimki bekliyordur, sonra içelim inşa Allah!
- Peki, hocam gel ha!.
- Haydi, hayırlı işler! diyerek Yağcı Emir Camii yolu üzerindeki evine doğru yöneldi.
Müftü İsmail Hakkı Efendi, altmış yaşlarında, iyi bir medrese eğitimi almış, derin bir bilgiye sahip, ileri görüşlü, vatansever ve aydın bir din adamı idi. Ağır adımlarla ilerlerken düşünüyordu; 'Altı asır dünyaya hükmeden koca Devlet-i Âli Osman dağılmış, güzelim topraklarımız paylaşılmış, asayiş ve huzur kalmamıştı. Bu durumdan güç alan yerli Rumlar iyice azıtmışlar, asırlarca beraber yaşadıkları Türk komşularına karşı çok acımasız davranmaya, türlü hakaret ve zulümlere başlamışlardı. Komiteler oluşturup çeteler kurarak savunmasız Türk köylerine saldırmaya, yollarını kesmeye, soymaya, öldürmeye başlamışlardı. Devleti temsil edenler ne yapacağını bilemez durumdaydılar. Daha da kötüsü; dört yüz sene idaremiz altında bulunan Yunan bir bahaneyle topraklarımıza çıkarılmak ve yüzyıllar boyunca kader birliği yapmış bu iki millet birbirine kırdırılmak isteniyordu. Mütareke elimizi kolumuzu bağlamıştı. Kasabada çok az sayıda jandarma kuvveti bırakılmış, birçoğu terhis edilmişlerdi. Kalan kuvvetler de, bu çetelerle baş edecek durumda değildi. Ahali ne yapacağını, nereye gideceğini bilemiyordu. Bazıları hâlâ ümitvardı; 'Devlet asayişi sağlayacak, sabredin!' diyorlardı. Ama ekseriyet buna inanmıyor; ' Çeteler neyse de, ya daha kötüsü olursa! Ya Yunan topuyla tüfeğiyle çıkar gelir kapımıza dayanırsa!',' Ee! bu kadar korkmayın canım! Biz de çatışmadan teslim oluruz! Düşman bize dokunmaz!' diyenler olduğu gibi; ' Hayır! Soysuz Yunan'a teslim olunmaz. Düşmanın merhametine sığınılmaz. Yerli gâvurlarla bir olup canımıza ot tıkarlar.' diyen yürekli ve namuslu insanlar da vardı. Her kafadan bir ses çıkıyor, kimse ne yapacağını, nereye gideceğini bilemiyordu.
Müftü İsmail Hakkı Efendi bu düşüncelerle evine doğru ilerlerken birden duyduğu bir sesle irkildi:
- Müftü Efendi! Müftü Efendi!
Durdu, dönüp sesin geldiği yöne doğru baktı. Seslenen Hacı Ethem Bey idi, hızlı adımlarla yaklaşıp Müftü Efendi'nin ellerine sarıldı.
- Selamünaleyküm Hocam!
- Ve Aleykümselâm Hacı Bey! Nasılsın? Nedir yine bu telaşın?
- Haberler kötü Hocam! Yunan, İzmir'den sonra Manisa'ya da girmiş. Hiç mukavemet görmeden şehre hâkim olmuş, büyük fecayi göstermiş, ahali perişan vaziyette imiş.
- Ya! Demek o kadar yakınımıza geldiler'
- Maalesef Hocam! Çok endişeliyim! Rum çetelerinin ahaliye yaptıkları zulümler de beni çok üzüyor.
- Yalnız sen mi Hacı Bey? Hepimiz müteessiriz, herkes endişeli.
- Muhakkak Hocam, ama benim mesuliyetim farklı. Ben sadece kendim ve ailem için endişe duymuyorum. Kasabadaki bütün insanların gözleri bende, bir çare bulmamı bekliyorlar.
- Haklısın Hacı Bey. Ancak yalnız kendini mesul zannetme. Bizler, kasabanın ileri gelen eşrafı hepimiz bu insanlardan mesulüz.
- Hemen toplanalım, bir şeyler yapalım hocam ne dersiniz?
- Evet, hadiseleri istişare etmek ve çareler aramak lâzım.
- Bu akşam yatsı namazından sonra benim evde toplansak münasip midir?
- Münasiptir Hacı Bey, sen icap edenleri çağırırsın.
Hacı Ethem Bey, Müftü Efendi ile konuşunca rahatlamıştı. Sanki bütün ahali bir araya toplanmış ve düşmana karşı yekvücut olmuştu. Müftü Efendi'nin ellerini sımsıkı tuttu. Gözleri parlıyordu.
- Peki, Hocam. Müsaadenizle!
- Allah'a emanet olunuz!
- Sağolun!
Hacı Ethem Bey, 40 yaşlarında Gördes'in yetiştirdiği nadir kıymetlerden birisiydi. Gördes Rüştiye Mektebi'ni başarıyla bitirdikten sonra ailesi onu İstanbul'a göndermiş, önce İdadi sonra da Dar'ul- Fünûn tahsili görmüş, Edebiyat Öğretmeni olarak memleketine geri dönmüştü. İdealist bir insandı. Birinci Dünya Savaşı başlamadan önce ailesiyle İzmir'e taşınmış ancak harp başlar başlamaz memleketine geri dönmüştü. Yaptığı konuşmalarla halkın yüreğine su serpiyor, moralini yüksek tutmaya çalışıyordu. Ancak yalnız kaldığında kendisi de teselli bulacak birisini arıyordu. Bu yüzden sık sık Müftü İsmail Hakkı Efendi'ye uğrar olmuştu. Kaymakam Hulusi Bey'in hiçbir tedbir almamasına, payitahttan gelecek talimata göre hareket edileceğini söylemesine çok kızıyordu.
Müftü İsmail Hakkı Efendi, yanından bir ok gibi ayrılıp seri adımlarla uzaklaşan Hacı Ethem Bey'in arkasından bir süre baktı. Yavaş adımlarla ilerlerken yine içinde fırtınalar kopuyor, düşünüyordu. Dudaklarından şu cümleler döküldü:
- Ah şu fırkacılık! Ah şu cehalet! Ah şu taassup! Altı yüz küsur sene dünyaya hükmetmiş koca Devlet-i Âli Osman bu hallere mi düşecekti? Kedinin köpeğin maskarası mı olacaktı?