Annemin Gelin Sandığı

Necati KÜÇÜK necatikucuk@hotmail.com

Altmışlı Yıllardı. Gördes ilçesi kırsalındaki bir Yörük damında yaşıyorduk. Evimizin içerisinde, ocaklığın tam karşısına denk gelen duvarın önünde tahtadan yapılmış kocaman bir buğday ambarı vardı. Ambarın üzeri genellikle raf olarak kullanılırdı. Biz çocuklar, ambarın önündeki küçük bir tahta sandığın üzerine çıkarak ancak bu rafa ulaşabilirdik. Sadece rafa ulaşmak için sandığın üzerine çıksak yine iyiydi.
Akşam olup da yer yatakları serilince, birbirinden afacan üç erkek kardeş sandığın üzerine çıkar yumuşacık yün yatakların üzerine doğru balıklama atlar, odanın tamamını oyun parkına çevirirdik. Ancak biz sandığın üzerine her çıktığımızda annemin yüreğinin yağları erir “Sandığın üzerine çıkmayın! Kıracaksınız! O benim gelin sandığım, hem de babamın elleri!” diyerek bize çekişirdi.
Sandığı, marangoz olan anne dedem ellili yılların başlarında annem evlenirken yapmıştı. Çam tahtalarından elde yapılmış bu küçük sandığın iki yanında küçük metal sapları, ön tarafında kapağı tutup kaldırmaya yarayan beyaz bir düğmesi, kapak açıldığında geriye doğru devrilmesini önleyen, kırmızı renkli Kayacık Sahtiyanı deriden bir gergisi vardı. Annemin anlattığına göre, birkaç oyalı yazma ve iki basma entariden oluşan annemin çeyizi, bu küçük sandığın yarısını bile doldurmaya yetmemişti.
Birkaç yıl önce annem vefat edince, içerisindeki eşyalarla birlikte sandık da bana intikal etmiş oldu. Annemden yadigâr kalan o sandığı geçenlerde bağ evine getirdim. İçerisinde dört adet ince belli kesme çay bardağı, altı adet kesme çay tabağı, farklı desenlerde ve büyüklükte üç adet kahve fincanı, alüminyum bir cezve ve beş yüz gramlık fındık ezmesi kavanozundan bir şekerlik vardı. Kavanozun kapağı kapanabilsin diye şeker kaşığının sapının ucu pense ile koparılmıştı.
Ayrıca sandığın içerisinden, annemin hiç kullanmadığı ama aynı zamanda atmaya da kıyamadığı Almanya’da yaşayan dayımın hediyesi olan porselen bir çaydanlık ve benim hediyem olduğu için bir dizi boncukla onurlandırılmış ayaklı bir su bardağı çıkmıştı. Çok duygulanmıştım. Annemin ölmeden önce kullandığı bu öteberiler benim için bir hazine değerindeydi. Ama sandığı temizlemek için güneşe çıkardığımda asıl hazinenin sandığın içerisinde değil kapağının iç tarafında olduğunu hayretle gördüm.
Rahmetli Hüsnü dayım çocukları çok seven mukallit bir adamdı. Bize güzel ve komik öyküler anlatırdı. Kasketini bir kulağının üzerine doğru eğerek giyer, kasketi ile kulağının arasında her zaman bir kurşunkalem kıstırılmış olurdu. O da dedem gibi marangozdu. Kurşunkalem herhalde o işler için lazım oluyordu. Üç dört yaşlarındaydım. Diğer kardeşlerim dayımın komik öykülerini dinlerken ben onun kurşun kalemini alır, yaşadığımız Yörük damında kâğıt defter gibi şeyler bulunmadığı için hemen sandığın kapağını açar, boyasız açık renkli çam tahtasına yazmaya başlardım.
Çoğunlukla el alıştırması çizgilerden ve kötü çizilmiş resimlerden oluşan bu yazılar başkaları için pek bir anlam ifade etmeseler de, bu günlerde Enzo kâğıt, tutkal ve matbaa mürekkebi kokan ikinci kitabını eline almanın derin hazzını yaşayan bir yazar adayı için, yazmaya nasıl ve nereden başladığını hatırlatması bakımından adeta bir hazine değerindeydiler. Sevgilerimle…