Müstamel

Necati KÜÇÜK necatikucuk@hotmail.com

      Altmışlı yıllardı. Gördes kırsalındaki evimizde ikişer yıl aralıklarla doğmuş beş kardeştik. En büyüğümüz on iki, en küçüğümüz dört yaşlarındaydı. Babamız ayda bir kere ilçeye pazara giderdi. Her yolculuk öncesi hemen her kafadan bir ses çıkar, her birimiz farklı bir şeyler ısmarlardık.
      Bir Yörük damında yaşayıp hayvancılık ve çiftçilik yaptığımız için gıda maddeleri bakımından pek bir sıkıntımız olmazdı. Bizim ısmarlangeçlerimiz daha ziyade giysi ve pabuç türünden olurdu. Babamız okuma yazma bilmediği için liste yapmaz, kendi kendine söylenerek satın alacağı şeyleri ezberlemeye çalışırdı.
      Pazar dönüşü birkaç kalem sipariş unutulmuş olsa da, babamızın heybesinden yine de rengârenk giysiler, naylon poşet içerisinde çoraplar ve ışıl ışıl kara lastik ayakkabılar çıkardı. Biz kaptığımız giysiyi hemen sırtımıza geçirmeye çalışırken babamız “Önce anneniz yıkasın ondan sonra giyersiniz. Müstamel onlar” derdi. Hemen annemize “Müstamel ne demek?” diye sorardık.
      “Aman ne olacak canım. Satıcılar pis elleriyle bu giysilere dokunmuşlardır” diye cevap verirdi. Biz hevesimiz kursağımızda, ellerini zamanında yıkamayan satıcılara beddua ederken, bir leğene konulan çamaşırlar küllü su ile çoktan ıslatılmış olurdu. Ertesi gün, yeşil sabun kokan tertemiz kıyafetlerimizi giyer aynanın karşısına geçerdik.
       Bir cuma günü okul çıkışı babamla buluşup, köy kahvehanesinin bitişiğindeki İshak Dayı’nın terzi dükkânına gitmiştik. Babam kendisi için cumalık bir İngiliz Külotu pantolon ısmarlamıştı. İshak Dayı “Pantolon dikildi ama henüz ütülenmedi.     
       Biraz bekleyin, ütüleyip vereyim” demişti. Daha sonra, abdest bardağına benzer üstten saplı metal bir kutunun kapağını açmış, içerisine yanan sobadan maşayla aldığı közlerden birkaç tane koyup kapatmıştı. Alet biraz ısındıktan sonra, bir bez parçası ile ıslattığı pantolonun üzerinde “Cos cos” diye sesler çıkararak gezdirmeye başlamıştı. Ben, yepyeni pantolon yanacak şimdi diye düşünürken, pantolon jilet gibi düzgün bir hale gelmişti.
      Ütü denilen aleti de, ne işe yaradığını da işte o zaman görmüştüm. Ama bizim dağdaki evimizde ütü yoktu. Buram buram yeşil sabun kokan tertemiz kıyafetlerimizi, buruş buruş giymek zorunda kalsak da yine de çok mutlu olurduk.
       Uzun yıllar sonra anladık ki, yılda sadece bir kez o da tütünler satılınca eline para geçen babamız, pazara her gidişinde biz çocuklar için bitpazarından alış veriş edermiş. O nedenle annemiz, alınan her yeni kıyafeti küllü su ile yıkamadan bize giydirmezmiş. Meğer müstamel, ellerini zamanında yıkamayan satıcılar değil, ikinci el kıyafetlermiş.
Haneleriniz bolluk, içindekiler mutluluk dolu dolsun. Sevgilerimle…