Aslına bakılırsa, tam 100 yıl önce de vardı. Bazen sinsi, bazen saklı biçimde bugünlere kadar geldi. Bir müddettir, cesaretli ve güvenli biçimde, kendini göstermeye başladı. Ses daha yüksek çıkıyor. Üstelik tarihi hakikatlere kafa tutuyor.
Birbirinden ayrılmaz biçimde yeknesak olmuş, toplumsal bir damar bu;
Cehalet ve cibillet (tabiat, yaratılış, soy, soysuzluk)
Üstelik birbirini besliyor. Cehalet cibilletsizliği, cibilletsizlik de cehaleti.
Bunu anlatmak istiyorum.
Çöken bir imparatorluğun hali perişanını, birkaç fırça darbesiyle ifade edeyim.
Galata Bankerlerinin eline düşmüş bir ekonomi. Moratoryum ilan etmiş bir hazine. 11 yılda kaybedilen 2 milyon kilometre kare toprak. Dağılmış bir ordu. Ümmi koğuşuna dönmüş medreseler. İstanbul’u mesken tutan, İngiliz gizli servis elemanları.
Ya toplum?
Birbiri ardınca gelen savaşların, bitkin bıraktığı bir halk. Açlık ve sefillik içinde. İstanbul’da görülmemiş bir fuhuş patlaması. Türbelerden medet uman bir toplum. Hurafelerle doldurulmuş bir din anlayışının, cemiyette oluşturduğu çaresizlik. Cehaletin üzerine inşa edilmiş, bir devlet saltanatı.
İşgal edilen son toprak Anadolu. Bayrakların indiği, ezanların sustuğu günler.
Bırakalım kurtuluş mücadelesini, İngiliz mi yoksa Amerikan mandası mı olalım diyen, cahiller ve cibilletsizler ordusu. Yeter ki başımızda Sultanımız, Halife efendimiz sağ olsun diyen, aşağılık bir anlayışın mensupları.
Milli Mücadeleye karşı çıktılar.
M. Kemal kaç suikasttan, sağ olarak kurtuldu. İsyanlar çıkardılar, halkı Milli Mücadeleye karşı kışkırttılar. Baş edemediler. Sonunda Sultan Vahdettin, M. Kemal için idam fermanı çıkarttı.
Bir cibilletsizlik vesikası olarak, o fermanda şunlar yazıyordu:
M. Kemal fitne fesattı
Halktan zorla para topluyordu.
İtiraz edenlere işkence yapıyordu.
Şehirleri yakıp yıkıyordu.
Görüldüğü yerde öldürülmeliydi.
Bu ferman yeterli gelmedi. Dinin cahili haline getirilmiş halkın, damarına bastılar. Şeyhülislam Dürrizade Abdullah, M.Kemal için idam fetvası yayınladı. Cehaletin ve cibilletsizliğin bir başka vesikası olan, bu fermandaki şu gerekçelere bakalım:
M. Kemal, padişahın sadık tebaasını yalanlarla aldatıyordu.
Dinimizin emirlerine aykırı biçimde maddi çıkar sağlıyordu.
Masum kulların mallarını gasp ediyordu.
Hilafet makamının gücünü zayıflatmaya çalışıyordu.
İslam’ın yüce kuralları gereğince öldürülmesi meşru ve farzdı.
Dünü anlamadan, bugün yaşananlara akıl erdirmek zordur. Devam ediyorum.
Akşehir!!
Konya’nın Akşehir’i, Milli Mücadelede çok önemli bir yere sahiptir. Zira Büyük Taarruzun cephe karargâhı, orada kurulmuştu.
M. Kemal denetlemeler için, habersizce Konya’ya geçti. Burada bir medreseyi ziyaret etti. 17–18 yaşlarındaki mollalar, hocalarıyla birlikte avluda dizildiler. Yerlere kadar eğilerek, selamlamada bulundular.
Büyük Taarruz için, düzenli orduya asker toplanıyordu. Din eğitimi altında medreselere saklananların, en büyük korkusu askere alınmaktı. Kıdemli sarıklılardan birisi, M. Kemal’e yaklaşarak, medrese talebelerinin askere alınmamasını istirham etti.
M. Kemal, kendini zor tutuyordu. Dayanamadı, haykırdı:
“Memleket harp ediyor, istiklal ve mevcudiyetini kurtarmaya çalışıyor, siz burada Arap lisanıyla vakit geçiriyorsunuz. Sizin için bu medreseler; Yunan’ı mağlup etmekten, halkı zulümden kurtarmaktan daha mı kıymetlidir? Millet kan içinde yüzerken, milletin çocukları cephelerde yurt için canını feda ederken, siz burada sapasağlam delikanlıları besiye çekmişsiniz.”
Öfkeyle dışarı çıktı M. Kemal. Öfkesi yatışmak bilmiyordu. Yanındakilere şöyle seslendi gür sesiyle: “Buna son vereceğiz, buna mutlaka son vereceğiz.”
M. Kemal’i öfkelendiren, elbette gördüğü cehalet ve cibilletsizlik tablosuydu. Bu arada, önemli bir bilgi aktarayım. O dönemde, 5 bin civarında medrese vardı. Mevcut öğrenci sayısı, bir “kolordu” büyüklüğündeydi.
Geçmişi öğrenmeden, bugüne akıl erdirmek mümkün olmuyor. Devam ediyorum.
Mecliste Başkomutanlık kanunu oylanacaktı. Ağır ithamlara ve suçlamalara maruz kaldı M. Kemal. Ancak sükûnetini asla bozmadı. 201 vekil, kanun için oy kullandı. Sonuç şöyleydi:
177 evet, 11 hayır, 13 çekimser.
Komutanlığına ret oyu verilmesine çok kırılmış, “Çekimser” kalınmasına kahrolmuştu. Ömründe ilk kez, bu kadar üzülmüştü. Oylama sonrası, şu sözleri anlamlıydı:
“İnsan çiğ süt emmiş derler, bu atasözünün değerini, ne anlama geldiğini, maalesef bugün mecliste anladım.”
Cehalet ve cibillet damarı, o günden bugüne devam edip geldi.
Gençliğimde, bir cemaat mensubu bana şunları anlatmıştı. Şeyhleri demiş ki “Atatürk kâfirdir. Florya’da denize giriyor. O deniz kirlenmiştir. Sakın sizden birisi, Florya’da denize girmesin.”
1950’lerde Ticani olayları, benzer bir anlayışın ürünüydü. Cumhuriyet kâfir düzeniydi. Ankara’da heykelleri hedef almışlardı.
Atatürk’e ait yakıştırmalar, kulaktan kulağa hep fısıldandı: “Mermer Kemal”, “Beton Mustafa”, “Sarhoş”, “Kör”.
Baktılar olmuyor, bu defa Milli Mücadeleyi karalamaya başladılar.
Mesela, M. Kemal Milli Mücadelede yoktu. Büyük Taarruzda dublör kullandı. İstiklal savaşı, öyle gözde büyütülecek bir savaş değildir. Aksine düşük profilli bir çarpışmadır. Yunan zaten kendi kaçtı. Kurşun bile sıkmadık.
Deli olsa, böyle zırvaları asla sayıklamaz. Ama cehalet var ya, cibilletsizlik var ya adama her şeyi yaptırır.
Bir müddettir bu damar, daha cesaretli ve daha güvenli biçimde kendini göstermeye başladı.
Cumhuriyet için, “yüzyılın parantezini kapatıyoruz” diyen vekil alkışlandı.
Cumhuriyet için, “reklâm arası bitti” diyen adam, adam yerine kondu.
Netice itibarıyla; tarih bilgidir, belgedir. Yüzyıllık tarihi iyi öğrenmek ve bilmek zorundayız. Cehalet ve cibillet sorunumuz hep olacak. Olması da faydalı olur diye düşünüyorum.
Niye mi diyeceksiniz?
Çiğ süt emenler olmasa, has süt emenlerin kıymetini nasıl bilebiliriz
YORUMLAR