Ahmet İNCE

Ahmet İNCE

gordesgazetesi@gmail.com

"Kadıyı Satın Aldığın Gün Adalet Ölür"-(Fatih Sultan Mehmet)

07 Nisan 2025 - 17:58 - Güncelleme: 07 Nisan 2025 - 18:00

            Hak, hukuk, adalet kavramları insanlık tarihiyle yaşıttır. Dili, ırkı, dini fark etmez. İnsan için bu kavramlar; su gibi, hava gibi, ekmek gibi elzemdir. Tarihten bugüne, insanlık bu kavramlar üzerine ne acılar çekmiş ne mücadeleler vermiştir. Peki nedir hak, nedir hukuk, nedir adalet?
            Bu konuyu, tarihi seyri içerisinde ele almak istiyorum.
            Kur’an’daki adaletle ilgili ayetler, bugüne kadar hakkıyla incelenmemiştir. Bu çalışmayı yazarken, ilgili ayetlerdeki inceliği fark edince, hayretim zirve yaptı. Kur’an sadece adalet kavramının değil, aynı zamanda hukuk ve hak kavramlarının da ne olduğunu bize öğretiyor.
            Birincisi; Kur’ana göre, adaletle hükmetmek emir kipiyle ifade edilmiştir. Allah adalet konusunda emrediyorsa, kullarına bunu farz kılmıştır. Aynen namaz gibi, zekât gibi. Şu ayete dikkat kesilelim:
            “Allah size emanetleri ehline vermenizi ve İNSANLAR ARASINDA HÜKMETTİĞİNİZ ZAMAN ADALETLE HÜKMETMENİZİ EMREDER…..” (Nisa–58)
            Yine bir başka ayette, aynı emri şu şekilde ifade eder Kur’an:
            “Allah adaleti, güzel davranışı, yakınlara veren el olmayı EMREDER….” (Nahl–90)
            Burada bir noktaya dikkatinizi çekmek istiyorum. Allah ayette “Müslümanlar arasında” demiyor. “İnsanlar arasında” diyor. Hüküm verirken, kimsenin dinine, ırkına, diline bakmayacaksın.
            İkincisi; adaletle hüküm verebilmek için, adil bir hukuk düzeninin olması gerekir. O hukuk herkese eşit mesafede olmalıdır. Mevki ve makama, siyaset ve ideolojiye, dini bir tercihe dayalı bir hukuk sisteminde adalet hâsıl olmaz. Kur’an bu konuda bizi şöyle uyarmıştır:
            “Eğer hakem olursan aralarında hakça hüküm ver. Allah HAKKA UYGUN DAVRANANLARI SEVER.” (Maide- 42)
            Üçüncüsü; Kur’ana göre, siyasi, ideolojik, dini kaygılarla ve öfkelerle hüküm verilemez ve bunun adı asla adalet olmaz. Bu konuda Kur’an’ın uyarısı, şu şekildedir:
            “Bir topluluğa olan öfkeniz, sizi dengesiz davranma suçuna sürüklemesin. SİZ ADİL OLUN.” (Maide–8)
            Şüphesiz, böyle bir inanç sisteminden olmalı, milletimiz asırlarca şu sözü dilinden hiç düşürmemiştir: “DÜŞMANIMA BİLE ADALET”
            Meselenin ne kadar nazik ve hayati önemde olduğunu, Muhammed Aleyhisselam şu şekilde ifade etmiştir: “BİR SAAT ADALETLE HÜKMETMEK BİR SENELİK NAFİLE İBADETTEN EVLADIR.” ( Bu hadis Acluni’nin Keşfül Hafa ve ez Zeylai’nin Nasbür-Raye isimli eserlerinde nakledilmektedir.)
            Hz. Ömer zamanında, ilginç bir olay yaşanır. Kur’an’ın kadına tanıdığı muazzam haklardan biriside mehir’dir. Evlilikte taraflar kadına belli bir maddi miktarı vermek zorundadır. Fıkıhta buna mehr-i müsemma denir. Peki, bunun ölçüsü nedir? Kadın ne kadar isterse o kadar.
            Ömer mehre bir sınırlama getirmeye çalışınca, kadınlar ayaklanır. Kureyşli bir kadın, Ömer’in yanına gelerek, kendisine şu ayeti okur: “Bir eşi bırakıp yerine başka bir eş almak isterseniz, bıraktığınıza yüklerle mal vermiş bile olsanız, ondan hiçbir şeyi geri almayın.” (Nisa–20)
            Daha sonra Kureyşli kadın, Ömer’e şöyle seslenir: “Allah bize istediğimiz kadar mehir talep etme hakkını veriyor, sen ise yasaklamaya çalışıyorsun. Allah’ın kitabı kendisine tabi olmaya daha layıktır.” (DİA, c.28, s: 190) Bunun üzerine Ömer şöyle demiştir: “Kadın doğru söylüyor. Ömer hata etti.”
            O günün şartlarında; mehr konusundaki ayetler hukuktur. Mehirde sınırsızlık kadınlar için haktır. Bu konuda hüküm vermek adalettir.
            İstanbul’un fethinden önce, Bizans halkı kralın zulmünden perişandı. Fethe yakın günlerde, Bizans’tan bir ses yükseldi: “Bizans’ta kardinal külahı görmektense, Osmanlı sarığı görmeyi tercih ederiz.” Aslında Osmanlı’nın adaletine duyulan hayranlık ve susamışlıktı bu.
            İstanbul’un fethinden sonra, Fatih kendi adına bir cami yaptırma kararı aldı. İnşaatın mermer işlerini yapan, İpsilanti isimli bir Rum ustaydı. Bir gün inşaatı dolaşırken Fatih, mermer işlerinin istediği gibi olmadığını gördü. Öfkelendi ve İpsilanti ustayla münakaşa etti.
            Bu öfkeyle ustanın elini kestirdi. Rum usta, Fatih’ten şikâyetçi oldu. Dönemin kadısı Hızır Çelebi ya da diğer adıyla Hızır Sarı Efendiydi. Fatih’in büyük değer verdiği ve saygı duyduğu Hızır Sarı Efendi, fetihten sonra İstanbul kadılığına Fatih tarafından getirilmişti. Âlimdi, çok sayıda eseri vardı ve devrin devasa hukukçusuydu.
            Üsküdar’da bugün, Adalet Tarihi Müzesi olarak hizmet veren mekânda duruşma başladı. Fatih içeriye girdiğinde, maznun minderine oturdu. Kadı hemen uyardı; “ayağa kalk, burası adalet makamıdır.” Hemen ayağa kalktı Fatih.
            Taraflar dinlendi.  Fatih son olarak “hata yaptım” dedi. Kadı Hızır Sarı Efendi sonra kararını açıkladı: “Kararım kısasa kısastır. Sultan Mehmet Hanın aynı şekilde eli kesilecektir.” Duruşma salonu adeta buz kesti. Fakat yapacak bir şey yoktu. Karar, karardı.
            İpsilanti usta tir tir titriyordu. Sonra şöyle diyebildi: “Davamdan vazgeçiyorum. ÇÜNKÜ ADALETİN BÜYÜKLÜĞÜNÜ GÖRDÜM.” Bunun üzerine Fatih, İpsilanti ustaya yüklü miktarda bir fidye ödedi. Kendisine ayrıca bir ev hediye etti. Bu ödemeleri devletin hazinesinden değil, kendi hesabından yaptı.
            Dava sonuçlandıktan sonra Fatih, Kadı efendiye şöyle seslendi: “Padişahtır deyüp farklı bir karar verseydin, belimdeki bu kılıçla kelleni alırdım.” Hızır Sarı Efendi de kendisine şöyle cevap verdi: “Padişahım deyüp, kararıma itiraz etseydin, yastığımın altındaki şu topuzla kafanı parçalardım..”
            Tarihe altın harflerle kazınan bu adalet hikâyesinden sonra, Fatih yine tarihe altın harflerle geçecek olan şu sözleri söylemiştir:
            Aklı öldürürsen ahlak ölür
            Akıl ve ahlak öldüğünde millet bölünür
            Kadıyı satın aldığın gün adalet ölür
            Adaleti öldürdüğün gün devlet de ölür.
            Yıl 1750, Prusya kralı 2. Frederick Postdam’da gezerken, oldukça hoşuna giden bir arazi görür. Burayı satın alayım ve bir saray yaptırayım der. Adamlarına hemen araştırın ve bu araziyi satın alalım talimatı verir. Arazi bir değirmencinindir. Kralın adamları gelir ve durumu anlatır. Bu arazi atalarımdan kaldı. Sonra çocuklarımın olacak. Kesinlikle satmam diyen değirmenci itiraz eder.
            Durum krala haber verilir. Ardından değirmenciyi kralın huzuruna getirirler. Kral, ne fiyat istersen vereceğim der. Değirmenci gerekçelerini sıralar ve bu arazinin fiyat yok diyerek tavrını koyar.. Bunun üzerine kral; zorla alırım tehdidinde bulunur.
            Değirmenci bu tehdide, şöyle karşılık verir: “Asıl sen unutma! BERLİN’DE HÂKİMLER VAR. Hiçbir güç, hiçbir siyaset, hiçbir iktidar kral bile olsa adaletten üstün değildir.”
            Kral Frederick derin bir nefes ve tebessümle, değirmencinin sözlerini tekrar eder: “Hiçbir güç, hiçbir siyaset, hiçbir iktidar kral bile olsa adaletten üstün değildir.”
            Yıl 1894, Fransa Dreyfus davasıyla çalkalanır. Yahudi asıllı olan Yüzbaşı Dreyfus, casuslukla ve devletin sırlarını satmakla suçlanır. Duruşmalar birbirini takip eder. Hukuki deliller yerine, siyasi tercihler devreye girer. Dreyfus masumdur. Ancak bir şekilde mahkûm edilir ve Şeytan adasına sürülür.
            Bu davanın müdahil isimlerinden birisi de ünlü yazar Emile Zola’dır. Hükümete manifesto gibi bir mektup yazar. “Suçluyorum” başlıklı bu mektubun en can alıcı cümlesi şöyledir: “BEYEFENDİLER! UNUTMAYINIZ Kİ CUMHURİYET’İN ŞEREFİ ADALETİNDEDİR.”
            Yıl 1935, Nazi Almanya’sının ilk akademik unvanlı Adalet Bakanı, Dr.Ernst Jannig görevdedir. Yazdığı pek çok kitap, Hukuk Fakültelerinde ders olarak okutulmaktadır. Uluslararası hukuk camiasında, haklı bir itibara sahiptir.
            Nazi ideolojisinde bu adam, bir canavara dönüşmüştür. Hukuk, bu ideolojiye hizmet ettiği ölçüde vardır. Hâkimler duruşmalara, artık cübbelerinde gamalı haç işlemeleriyle girmektedir. Bu hukuk; adaleti sağlayan değil, Nazi ideolojisine hizmet eden militan bir hukuktur.
            Hitler savaşı kaybeder. Ardından intihar eder. “Öyle bir yalan söyle ki bütün dünya inansın” diyen propaganda bakanı Göbbels, Hitler’in ayrılığına dayanamaz ve intiharı seçer.
            Ernst Jannigle birlikte 4 hâkim, savaş sonrası kurulan Uluslararası Ceza Mahkemesinde yargılanır. İnsanlığa karşı suç, savaş suçu ve barışa karşı suçtan Nürnberg Mahkemesinde hâkim önüne çıkar ve idama mahkûm olur. Erns Jannig’in karar duruşmasındaki şu sözleri, son derece önemlidir:
            “Yasaları yargıçlar yapmaz. Siyasetçiler yasa yapar, biz uygularız. Buna rağmen verdiğim kararlar vicdana ve akla aykırıdır. Suçumu kabul ediyorum.”
            27 Mayıs 1960, Türk Silahlı Kuvvetleri, bir darbeyle Menderes’i devirir. Darbeyi yapan 38 kişilik Milli Birlik Komitesi arasında, daha sonra görüş ayrılıkları çıkar. Bu ayrılık, Menderes ve arkadaşlarının akıbetiyle ilgilidir. Asalım, keselim diyenlerle, karşı çıkanlar arasında sürtüşme büyür.
            13 Kasım 1960 günü, asalım keselim diyenler, MBK içinde bir darbe daha yapar. Alpaslan Türkeş ve 13 arkadaşı, 13 Kasım 1960’ta etkisiz hale getirilerek, yurt dışına sürgüne gönderilir. Bunun akabinde, tarihe yüz karası olarak geçecek hukuk katliamları başlar.
            Anlı şanlı hukuk ve anayasa profesörlerine, yeni yasalar hazırlatılır. Ve bu yasalar, Menderes için geriye doğru çalıştırılır. Dünyanın hiçbir hukuk sisteminde; bugün yürürlüğe giren bir yasa, kesinlikle geriye doğru işlemez. 27 Mayıs’ın militan hukukçuları için, bu gerçekliğin artık hiçbir hükmü yoktur.
            Duruşmalar sırasında, mahkeme heyetinin terbiyesizliği had safhadadır. Hâkim Menderese şöyle seslenir: “Seni buraya getiren irade böyle istiyor.” İdamların derhal kaldırılması için, Alpaslan Türkeş sürgünde bulunduğu Yeni Delhi’den, Cemal Gürsel’e bir mektup gönderir. Fakat bu mektup hiç dikkate alınmaz. Neticede Adnan Menderes, Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan böyle idam edilir.
            12 Eylül 1980. Türk Silahlı Kuvvetleri bir darbe daha gerçekleştirir. Hukuk, hak ve adalet kavramlarını rafa kaldırır. Sorgular, takibatlar, iddianameler bırakın hukuku, insanlık dışıdır. Sol görüşlülerin davalarına sağ görüşlü, sağ görüşlülerin davalarına sol görüşlü hâkimler bilerek atanır.
            Yaşı tutmayan bazı gençlerin, yaşı büyütülür ve böyle idam edilir. İnsanlık dışı uygulamalara bireysel tepkiler gelir. Kenan Evren bu tepkilere şöyle karşılık verir: “Asmayalım da besleyelim mi?”
            12 Eylül’ün işkencehanelerinde yaklaşık bir ay kaldım. Allah dediğinizde, işkenceciler şöyle cevap veriyordu: “Burada Allah yok. Peygamber de izine çıktı.” İşkence günlerinden sonra adliyeye sevk edildim. Hakkımda hiçbir suç, hiçbir delil olmaksızın TCK’nın 146/2 maddesinden dava açmışlardı.  Devletin anayasal düzenini değiştirmek amacıyla diye başlayıp devam eden bir maddeydi bu ve müebbet hapis isteniyordu. Adliye’ye geldiğim günün akşam saatlerinde, annem beni kapıda bekliyordu. Günlerce süren, falaka dayaklarının sonucu olarak ayaklarım çok şişmişti. Bu yüzden ayaklarım, ayakkabıya girmiyordu. Mecburen üzerine basmak zorunda kalmıştım.
            Annem beni görünce, yere yığıldı. Vefat edinceye kadar, 12 Eylül’den miras yüksek tansiyon hastalığı ile yaşadı. Yediğim dayaklar ve çektiğim çilelerden sonra, mahkeme hakkımda beraat kararı verdi.
            Kırk yıldır yazıyorum. Okuyorum ve araştırıyorum. Hak, hukuk, adalet üzerine yüzlerce makale neşrettim. Çünkü hak-hukuk-adalet kavramlarının kıymetini; ancak haksızlığa-hukuksuzluğa ve adaletsizliğe uğrayanlar hakkıyla ve layıkıyla bilebilir.
            Netice itibarıyla; nerede ve ne zaman hak-hukuk- adalet haykırışları duysam içim sızlar, içim yanar ve dikkat kesilirim…..

Bu yazı 288 defa okunmuştur.

YORUMLAR

  • 0 Yorum