Ülkece, genel olarak duygusal yapıda insanlar olduğumuz aşikar. Özellikle, milli duygular ya da milli değerlere ilişkin konularda kimi zaman mantık sınırlarını zorlayan bir duygusal yapımızın olması bize kimi zaman büyük avantajlar sağlasa da bazen de tam tersine kendimizi zor duruma düşürmemize sebep olabiliyor.
Bunu sadece milli duygular genelinde çerçevelemek yerine gündelik hayatımızda da birçok kararı duygusal durumlarımıza göre almaya daha çok meyilli olduğumuzu en başta kendimden de çıkarabiliyorum. Kendimi her zaman mantıkla hareket etme gayreti içinde olan birisi olarak tanımlamama karşın tanımımdaki gayret içinde olma durumumun tam bir başarının gelmediğini göstermesi bakımından da önemli bir gösterge olduğunu fark etmek zor olmasa gerek. Sinirliyken ya da üzgünken radikal kararlar almamanın önemine vurgu yapan birçok vecize ve atasözümüzün olduğu hepimizin malumu. Ancak yine hepimizin bildiği gibi bazı eylemler söylenilerek yapılamayacak kadar zor olabiliyor.
Günümüzde, özellikle aydınlanma çağından sonra duygusallık, birçoğumuza göre zayıflık teşkil eden bir özellik olarak görülüyor. İnsanlığın temel şartlarından birisini barındırması hasebiyle bu özelliğimizden tamamen kurtulmaya çalışmamız, kendimizle çatışmaya girmemize sebep olacak bir tehlike olarak görülmesi gerekiyor.
Diğer canlılara göre daha işlevsel bir beyne sahip olmamız ve aklımızı kullanıp belirli bir irade ile karar verebilme kapasitemiz sebebiyle duygularımızdan arınmamızı gerektirecek bir zaruretin olmadığının bilinmesi gerekiyor. Önemli olanın, duygularımızla mantığımızı yeri geldiği zaman uygun şekilde kullanarak hareket etmemiz olduğu kanaatindeyim. Çünkü mantıkla duyguların terkibi, şiarı; mantık olmadan duygunun teşkili ise gafleti meydana getirir.
İnsan olmamızın temel özelliklerinden olan duygularımız ve mantığımızı gerçek anlamda kullanabilen canlılar olduğumuzda hem çevremize hem de kendimize büyük katkılar sağlayabileceğimiz gerçeği göz ardı edilmemeli. Özellikle bizim gibi coğrafyalarda bulunan toplumların bu iki insani özelliği de gerektiği şekilde kullanabilmeyi öğrenmesi, bölgesinde ve dünyada tesir sahibi ülkeler haline gelmesini de temin edecek unsurlar olarak görülebilir.
Eğer gerçekten milli duygularımızı ve kültürel değerlerimizi kaybetmeden medeniyet değerlerimizi dünyaya kabul ettirebilecek bilimsel terakkimizi tesis edebilirsek, Türkler için yüz yılın ülkesi tanımlaması bütün dünya tarafından idrak edilebilecektir. Fakat anın sıradanlığına kapılarak gerçek hedeflerimizi belirlemede geride kalıp alışkanlıklarımızın konforlu alanında yaşamımızı idame ettirmemiz sürdürülebilir bir hayat gayesi taşımayacaktır.
Batı, rönesans döneminden beri salt bilim ve mantığı ön plana çıkararak günümüzde belirli bir refah düzeyini idame ettirmeyi başarabiliyor. Ancak, eskiden olduğu kadar rahat bir hayata sahip olmadıkları da dünyanın mevcut şartları göz önüne alındığında görülebiliyor. Belki de mantık ve rasyonel düşünmenin yanında maddi bir amaca dayanmayan daha insani bir motivasyon ile hareket edebilselerdi, tüm dünyanın duygusal olarak da ortak paydası olmak isteyeceği bir ideoloji meydana getirebileceklerdi. Ancak onlar, yalnızca bilimi kendi faydalarına ve refah düzeylerine katkı sağlayacak şekilde kullanmayı tercih ettiler. O yüzden de bir dünya gücü olmaktan ziyade bölgesel bir güç olarak 200 yıl refah içinde yaşayabildiler. Fakat doğu medeniyetleri gibi temel bir gayeleri ve ülküleri hiçbir zaman olmadı. Yalnızca ekonomik gelişmeye tutunmayı tercih ettiler.
Batı, teknolojik ve bilimsel ilerlemesini edebiyat ve fikir dünyası alanında da yalnızca rasyonalist sanatçılar üzerinden ilerletmeyi tercih etti. Çünkü aydınlanma dönemi, bir fikir birliği neticesinde meydana gelen kitlesel bir hareket haline geldi. Ortaya çıkarılan bu fikir neticesinde dünyanın 250 senesinin yönü çizilmiş oldu. Çizilen yolda ise, duygu yerine daha çok mantığa yer verildi.
Buna karşın, günümüzde tesirini ve gücünü kaybeden batı anlayışı yerini tekrar doğunun eski günlerine bırakmaya teşne bir yapıya sahip. Bu yapıyı sağlam temeller üzerine kurmak da düşünürler, fikirler ve kişilere bağlı olacak. Belki de ülkemiz ve toplumumuzdan meydana gelecek bir fikir ışığı, tüm bu değişimlerin başlangıcı olacak. Ancak bu konuda hepimizin üzerimize düşeni yapma konusunda gereken fedakarlığı göstermesi gerekiyor. Bilim insanlarımız daha çok çalışacak, siyasetçilerimiz daha çok yorulacak, aydınlarımız halka daha çok özen gösterecek, yazarlarımız dünyaya ve insanımıza tesir edebilecek düşünceleri bulmaya gayret edecek. Herkesin yapması gerekeni hakkıyla yaptığı bir ülke rol model olabilir. İşte bu yüzden, 2020 yılında kaleme almış olduğum bir söz üzerine en sonunda kendimi yazmaya ve anlatmaya adayarak bu satırları kaleme alıyorum. Bu, bir başlangıç olacak ve bundan sonraki yazı ve kitap incelemelerimde düşünce yazılarıma daha sık yer vermeyi amaç edineceğim.
Yazmak benim için okumaktan her zaman daha zor bir eylem oldu. Okumak, hepimizin biraz merak ve özveriye sahip olmasını gerektiren asgari bir fiil olsa da; yazmak, gerçek bir nitelik isteyen, herkesin altından kalkamayacağı bir o kadar da öznel bir eylem. O yüzden benim için okumak, yazmaktan her zaman daha kolay. Ancak yazmaya ara vermek ve cesaret edememek yerine ona daha çok zaman ayırmaya karar verdim. Yazmaya ilk başladığımdan beri, özellikle büyük yazarların hayatını okuduğumda hep başarı yıllarındaki eserlerini görme şansına sahip oldum. Diğer yazılarının birçoğu yayınlanmaz bile.
17 yaşımdan beri yazdığım bütün yazıları, bir kısmını ben öldükten sonra olsa dahi, yayınlayacağım. Belki büyük ve tanınmış bir yazar olma başarısını göstermiş olarak belki de ortalama düzeyde kalmış bir girişimci kalem olarak. Her iki senaryoda da yazmaya ve okumaya gönül vermiş birçok insana tecrübe sunma niyeti taşıyorum. Hedefime ulaşmak için daha çok okuyup yazarak, 20 yıl önceki yazılarım ile 40 yıl sonraki yazılarımın aynı olmadan insanlara daha da yol gösterici kaynaklar olup ülkemize faydalı olabilmesi en büyük arzularımdan birisini teşkil ediyor.
Dünyada önemli düşünürlerin bıraktığı etkiler ile düzenin ve ülkelerin yapısının değişebildiği göz önüne alındığında, düşüncenin her zaman silahtan daha güçlü olduğu bilhassa günümüzde oldukça aşikar. Ülkeler ve insanlar kimi zaman bir liderin ya da kanaat önderinin büyüsüne kapılarak daha önce hayal bile edemeyeceği başarıları göğüsleyebiliyor. Yine aynı şekilde, yanlış kişilerin elinde başarısızlık üzerine başarısızlık tecrübe ederek kendilerine olan özgüveni yerle bir olmuş vaziyette başkalarından medet umar hale gelebiliyor. Kişilerin felsefelerinin yanında dönemin düşünürlerinin bıraktığı izler ise, insanların üzerinde daha kalıcı ve bireysel tesirler meydana getirebiliyor. O yüzden bir insan, duygu ve mantığın doğru terkibi ile dünyayı değiştirecek bir düşüncenin mimarı olabilir. Aynı şekilde bir toplum da bu kavramları olması gerektiği gibi kullanarak dünyanın en nitelikli ve değerli ülkelerinden birisi haline gelebilir.
YORUMLAR