TRT’nin Tabii isimli dijital mecrasında yayın hayatına başlayan Gassal dizisi, Türkiye gündeminde epeyce tartışıldı. Meselenin popüler kısmı bir yana dizinin başkarakteri olan Baki’nin mesleğine karşı gösterdiği titizlik ve saygı, ölüm ile hayat zıtlığı üzerine tefekkür ettiren mesajlar, iletişimin en temel unsuru olan bağlamın (context) doğru biçimde oluşturulamamasından kaynaklanan abartılı iletişim kazaları bence senaryoda derinlikli bir yaklaşımla okunması gereken hususlar arasında.
Dizideki şu ifadeler; halk dilinde ve maşerî vicdanda yaşayan, yetişkinler tarafından çocukların korkularını teskin etmek veya güngörmüş kişiler tarafından gençlere nasihatte bulunmak için başvurulan “Ölüden değil, diriden kork!” şeklindeki kalıp sözün birazcık şerh edilmiş yahut en azından kısaca örneklendirilmiş biçimi:
“Şu adamı dün bu vakitler görsen oturur, sohbet ederdin. Şimdi ölü diye korkmak nedir? Bir ölü sana kızamaz! Kafana silah dayamaz, seni dolandırmaz, senden çalmaz, arkadan kuyunu kazmaz…”
Evet, ölülerden korkulmaz çünkü ölüler insana kötülük yapamaz. Asıl korkulması gereken dirilerdir. İnsanlara her türlü fenalık -kendileri de dâhil olmak üzere- yaşayan kişilerden gelir. Peki, bu hakikatin -biraz rahatsız edici biçimde- tersten okunması yoluyla toplumsal ilişkiler içinde var olmaya çalışan insanın -özellikle de günümüzde- sukuta hayli meyilli bir yönüne dikkat çekilebilir mi? Elbette! Hatta dikkatten çok daha öte; bu yolla insan nefsinin, insan şahsiyetinin ve insan haysiyetinin tomografisi dahi çekilebilir!
Ölüler, insanlara yönelik bir kötülüğün doğrudan failleri olamadıkları gibi pragmatist ve oportünist bakış açısıyla insanların somut menfaatlerine doğrudan bir katkıda bulunmaktan da âcizdirler. İşte tam da bu yüzden dalkavukluğun esas kıblesi dirilerdir. Geçmişin kahramanlarına nadiren veya göstermelik olarak saygı duyulsa da muktedir dirilere âdeta tapılır. Onlar, Tanrı kudretine sahip varlıklar olarak her türlü eksik ve hatadan münezzeh kabul edilirler. Etraflarında toplanmış geniş kitleler tarafından sürekli alkışlanıp pohpohlanmaya alışıktırlar. Yaptıkları işlerde, savundukları fikirlerde, söyledikleri sözlerde tutarlı ve istikrarlı olmalarına asla ihtiyaç da gerek de yoktur. Çünkü onlar ne zaman tenakuza düşseler bu durumu hemen tevil edecek ve söz konusu paradoksal durumun altında büyük bir hikmet gizlendiğine yönelik propaganda sürecini iştahla yürütecek menfaatperestler her an, her yerde hazır ve nazırdır.
Tam bu noktada Türk Dil Kurumu sözlüğünden faydalanarak hikmet kelimesinin anlamına bakmakta fayda var: “Tanrı’nın insanlar tarafından anlaşılamayan amacı.” Harika değil mi? Yoksa biraz irite edici mi? Yaşayan -ve aslında sadece yaratılmış birer kul olan- muktedirler ile onların dalkavukları arasındaki sıkı ilişkiden bahsederken son derece imanlı ve mütedeyyin fertlerden oluşan bir toplumun huzurunda Türk Dil Kurumunun bu hikmet tanımına başvurmak, galiba biraz sert oldu. O zaman hemen tevil yolunu seçerek hikmet kelimesinin muktedirlere yakıştırıldığı durumların aslında bir şirk amacı taşımadığı yönünde izahata girişmek iktiza eder. Allah’tan ki tam da burada Türk Dil Kurumunun söz konusu kelimeyle alakalı ikinci tanımı imdada yetişiyor: “Bir şeyin oluşundaki akıl erdirilemeyen gizli sebep.” Elhamdülillah! Muktedirler ve dalkavuklar üzerindeki zan örtüsü, bu ikinci tanımla birlikte kalkıverdi. Artık iki tarafı da şirke bulaştırmadan gönül rahatlığıyla dalkavukluk yapılabilir!
Evet, muktedirlerin -yani o kutsal ve yüce kişilerin- bütün sözlerinde, fikirlerinde, davranışlarında, uygulamalarında mutlaka bir hikmet vardır! Onların birtakım kararları bugün anlaşılamıyor olsa dahi ne kadar büyük ve isabetli işler yaptıkları günler, aylar, yıllar veya asırlar sonra mutlaka idrak edilecektir. Normal ve alelade insanların bu büyük dehaları anlayamaması son derece tabiidir. O vasıfsız kalabalıklara düşen sadece muktedirlerin hikmet fışkıran yüce ruhlarına iman etmek ve onların iradelerine sorgusuz sualsiz boyun eğip teslim olmaktır. Söylem yine aşırılaşmaya ve rahatsız edici olmaya mı başladı? Biraz daha tahammül lütfen!
Bakın, her ne kadar Türk Dil Kurumunun sözlüğündeki ikinci manaya sığınıvermek zavallı sıradanlara bir tevil ve kaçış imkânı tanısa da aslında zihinlerin zeminini boydan boya kaplayan bir muktedir imajı bulunduğu tevil götürmeyecek şekilde aşikârdır. Bu imajla kaplı bulunan zihinler, muktedirlerin Tanrı kudretinde varlıklar olduğunu -kâh bilerek kâh bilmezden gelerek- kabul etmeye çoktan hazır ve nazırdır. Şimdi Gassal dizisinin birinci bölümünde başkarakter Baki tarafından ölüleri tenzih etmek amacıyla söylenen sözleri -ve daha fazlasını- tersten bir okumayla dirilere uyarlayarak biraz daha deruni infialler yaratma zamanı geldi:
“Bir diri sana kızabilir. Kafana silah dayayabilir, seni dolandırabilir, senden çalabilir, arkadan kuyunu kazabilir. Muktedirlerden umduğu küçük beklentiler uğruna senin duygularına, düşüncelerine, maneviyatına, haysiyetine, ruhuna, bedenine, ailene, çoluk çocuğuna hayâsızca hücum edebilir. Senin veya sevdiklerinin kanını içebilir. Vahşi gibi yüreğini göğüs kafesinden söküp dişleyebilir. Peygamber torunu dahi olsan en küçük ferdine kadar bütün aileni katledebilir.”
Evet, bir diri bütün bu fenalıkları en küçük bir iktidar kavgası ve hatta en küçük bir menfaat beklentisi uğruna kolaylıkla yapabilir. Ancak konuyu biraz tevil edip yumuşatmak açısından dirilerin insanlar -daha doğrusu onların ali menfaatleri- için çok iyi(!) işler yapabildiklerini de belirtmek gerekir. Mesela muktedir bir diri; ihya etmek istediği kişilere para, itibar, şöhret, mevki, makam kazandırabilir. Vasfı ve yeteneği ne olursa olsun herhangi bir kişiyi -iktidar alanının imkânlarına bağlı olarak- kantin reisi, mahalle sorumlusu, şef, müdür, başkan, kaymakam, vali, milletvekili, bakan, bilge lider, cumhurbaşkanı, zamanın harikası, halife-i ruy-ı zemin filan konumuna yükseltebilir.
Dolayısıyla yeryüzünde en büyük saygıyı hak edenler, iktidar alanları en geniş olanlardır. Ancak dalkavukluğun ontolojisi gereği bu saygı muvakkat olmak zorundadır. Her ne kadar sağlıklarında muktedirlerin Tanrı kudretinde varlıklar olduğu vehmedilse de nihayetinde bir gün onların da emaneti asıl sahibine teslim ettikleri haberi dalkavukların şaşkın bakışları altında dört bir yana yayılıverir. İddialı dalkavukların esas maharet gösterme vakti tam da bu aşamada gelir. Kral öldüğünde bir jimnastikçi elastikiyetiyle yepyeni bir ayağa kapanma becerisi göstererek hiç zaman geçirmeden “Yaşasın yeni kral!” naraları atabilmek gerekir. Bunu yapamayanlar, çarkın bir dişlisine tutunarak sistem içinde var olma şanslarını ilelebet kaybedebilirler.
Sahi, İslam Peygamberi Hz. Muhammet’in Veda Hutbesi’ni ashabından kaç kişi dinlemişti? Peki, aynı peygamberin bu son hac yılı içindeki cenaze namazını kaç kişi kılmıştı? Arada tevili mümkün olmayan bir diriler zihniyeti var. Gassal dizisinde Baki’nin ölü yıkaması, bu açıdan bakıldığı vakit aslında zannedildiği kadar zor ve korkunç bir iş değil. Esas zor ve korkunç olan, azgın ve muhteris dirilerle bir arada yaşayabilmektir. Maalesef, dizinin yayından önce kamuoyu oluşturmak için reklam panolarına yapıştırılan “Ölünce beni kim yıkayacak?” şeklindeki esrarengiz tanıtım metnini bugün Türkiye ve dünyanın mevcut şartlarında “Öldürülünce benim kanımı hangi hukuk veya adalet mekanizması yıkayacak?” şeklinde okumak zorunda kaldığımız süreçlerden geçiyoruz.
YORUMLAR