Soğukların başlamasıyla birlikte köyümüz biraz daha tenhalaşırdı. Ara sıra düğünler olurdu, ama yine de kış günleri sakin geçerdi. İmdadımıza yukarı köylerden gelen çıracılar yetişirdi. Onların gelişiyle köy şenlenirdi. Belki de bana öyle gelirdi. Eşeklerine mercimek, nohut, buğday, bakla ve ormandan kestikleri çıraları yükler, ayva ile takasa gelirlerdi. Çıraları çok iyi yanardı. Bol sakızlı ve kuru olurdu. Nohut ve mercimekleri de güzel pişermiş.
O zamanlar köyde elektrik yoktu. Sokaklarımız geceleri karanlık olurdu. Akşam karanlığı basınca, herkesin elinde bir parça çıra, meşale gibi, camiye namaza gidenler, komşusuna gezmeye gidenler, ahırdaki hayvanlarını yemlemeye gidenler çıra ışığından yararlanırlardı. Bizim köy, çıracılar için iyi bir pazardı.
Aslında biz de gidip ormandan çıra toplayabilirdik. Sanıyorum buna gerek görülmüyordu. Annem: 'Nasıl olsa kışın çıracılar gelir. Samanlığa koyduğumuz ayvalar işe yarasın, çürümesin, yensin, insan kursağına düşsün' derdi.
Çıracılar kuru gıdaları çuvallara doldurup eşeklere yükler, düzgün çıra demetlerini de semer üstüne bağlarlardı. Düğün alayı gibi beş altı kadın, sekiz dokuz eşekle köye girerlerdi. Anında köyün bütün mahallelerinde duyulurdu: 'Çıracılar gelmiş, ayvacılar gelmiş' diye haber uçurulurdu. 'Dağ köylerinden çıracılar gelmiş' denirdi. Yüregilli, Kıhralı ve Yanıkdağlı çıracıların geliş gidişleri, karakış gelene kadar aralıklarla devam ederdi.
Kıranköy ayvası meşhurdu. Tarlalarında en çok ayva ağacı vardı. Özellikle Bodamas ve Sırayüz tarlalarının ayvaları iri ve sulu olurdu. Kasım ayının sonuna doğru tekrar kağnı gıcırtıları duyulmaya başlardı. O zamanlar iyi cins, kötü cins diye bir şey bilinmiyordu. Ama tarlasına göre ayvaların tatları biraz farklı olurdu. Bunların çoğu doğal, kendiliğinden yetişen ağaçlardı, ayvaları iri ve suluydu. Bazı ağaçların ayvaları yumuşak, yemesi hoş olurdu. Biz bu tür ayvalara 'ekmek ayvası' derdik. Ekmek ayvalarından bol miktar da kendimiz için ayırırdık.
Bizim de köy çevresindeki tarlalarda ve annemin Örencik tarlasında birçok ayva ağacımız vardı. Kasım ve Aralık aylarında köyde herkes ayva toplamaya giderdi. Eşeklerine küfeleri yükleyen, koluna sepetini takan düşerdi yola. Ayva ağaçları pek yüksek olmaz. Ayvaları irileşip olgunlaşınca dalları daha da yere yaklaşır. Toplama işlemi yerden yapılır. Yerden elle koparılır, küfelere veya sepetlere konur. Yerden yetişilemeyen dallarda kalanları da ağaçların tepelerine kadar çıkılıp tek tek toplanır.
Sonbaharda toplanan ayvalar evlerin samanlıklarının bir köşesine yığılır. İlkbahara kadar da tüketilirdi. Ayvaları çeşitli şekillerde tüketirdik. Ayva kurusu, ayva hoşafı, rendelenmiş ve üzerine toz şeker serpilmiş ayva. O zamanlar ayva reçeli veya marmelât bilinmezdi. Bir de fırında ayva pişirilir, tatlı yerine yenilirdi. Mahalle fırınlarında ekmekler pişirildikten sonra boşalan fırına toprak güveç içine ayvalarını dolduran gelirdi. Konu komşu sıcak fırına ayva güveçlerini koyar, bir saat sonra da, mis gibi pişmiş ayva kokusu yayılırdı ortalığa. Fırında pişmiş ayva çok lezzetli olur.
Bir de çürük ayvayı çiğ olarak yerdik. İki türlü çürük vardır: Tatlı çürük ve acı çürük diye. İlk bakışta ayvanın ne tür çürük olduğu pek anlaşılmaz. Mutlaka tadına bakmak gerekir. Tadarak acı ve tatlı çürükleri ayırırdık. Acı çürükleri hayvanların ahırına yem olmak üzere taşır, tatlı çürükleri uzun kış gecelerinde sütlaç niyetine yerdik. Pişmiş ayva, tatlı çürüğü, ayva hoşafı; Artık içimiz dışımız ayva olur, adını bile duymak istemezdim. İlkbahar gelince de samanlıkları temizlerken kalanları küfelere doldurur, gübre olsun diye bahçeye dökerdik.
İlerleyen yıllarda herkes tütün yetiştirmek için tarlaların ortalarına denk gelen ayva ağaçlarını söktüler. Sadece kenarlarda olanlara dokunmadılar. Tütünün getirisi daha iyi olduğundan bu yöntem uzun yıllar devam etti. Bizim tarlalarda da aynı uygulama sürdü. Annem ağaç yetiştirmeyi çok sever, bunu da en iyi şekilde yapardı. Kendine göre uygun gördüğü yerlere değişik meyve fidanları dikerdi. Bazen öyle denk gelirdi ki, annem diker, tütün dikim zamanı gelince, yani bir iki ay sonra babam sökerdi. Bir de tembih ederdi anneme: 'Ayşe bari kenara dik de, ben de sökmek durumunda kalmayayım' diye.
Dağ köylerinden çıracıların gelişleri ve takas usulü alışveriş yapmaları köy ekonomisine de büyük katkı sağlıyordu. Biz ayrıca bahçemizden topladığımız pırasa, turp gibi kış sebzelerinden de takas ederdik. Farklı şivelerdeki konuşmalarını anlamakta zorluk çektiğimiz satıcıların hepsi kadındı. Nadiren yanlarında birinin akrabası olan erkek de bulunur, ama o alışverişe karışmazdı. Çıracılar yanlarında getirdikleri kuru erzak ve ormandan kestikleri çıraları bitirene kadar satarlardı. Değiş tokuş işi bitince de ahbaplarının evlerine dağılırlardı. Bir gece ahbap oldukları evlerde misafir olur, dinlenirler, ertesi gün de yine sabah erkenden yola çıkarlardı. Annemin tanıdığı bir iki kişi de mutlaka bize misafir olurdu.
Çıracı kadınlar çok ilgimi çekerdi. Köylerini merak ederdim. Sorular sorardım misafirlere. 'Adınız ne? Hangi köydensiniz? Nereye yakın? Büyük mü? Okulu var mı?' vs. Konuşmaları, giyim kuşamları çok farklıydı bu kadınların. Üç etekleri, renkli yün çorapları, başlarına bağladıkları siyah oyalı yazmaları hâlâ gözümün önüne gelir. Hepsi de üç etek giyiyorlardı. Annem de onlara çatal donun ne kadar rahat olduğunu hiç olmazsa tarlada çalışırken giymelerini anlatıyordu. Çocukken yanıma arkadaşlarımı da alır, iki gün boyunca çıracıların yanında köyün altını üstüne getirirdim.
Bu cesur kadınların kendi başlarına, eşeklerine yükledikleri malları takas usulü satmaya gelmeleri, sokak sokak dolaşarak alışveriş yapmaları, ahbaplarının evlerinde konaklamaları çok hoşuma giderdi.
Not: 'Altı Bin Düğüm Bir Yevmiye' adlı kitabımdan..
YORUMLAR