Kardeşim Atike ilkokula başlarken annem karşı koymuş. 'Köyde hiç kimse kızlarını okula göndermiyor. Bize ne oluyor bu kadar işin arasında. Meryem bitirdi. Emine'yi de gönderiyoruz, bari Atike gitmesin' demiş. Yine burada bilmeden ayrımcılık var. Hem de annem tarafından yapılıyor. Hüseyin için okula gidip gitmeme sorunu yaşanmıyor. Bereket babam; 'ben çocuklarımın hepsini de okula göndereceğim. İçlerinden birisini ayırırsam, haksızlık etmiş olurum' demiş.
Babam ağabeyim için; 'avukat olmasın, avukatlar yalanla para kazanıyorlar, haram para yemesin. En iyi meslek doktorluk, ayrıca helâl para kazanıyorlar. Ortaokula gitsin, sonra da doktor olsun' derdi. İşlerini büyütmüştü, yetişemiyordu. Halıcılığın dışında kerestecilik de yapıyordu. Zamanının çoğu civar köylerde ağaç alım satımıyla geçiyordu. Halıların satış işlerini başkalarına emanet etti. Amcama kefil oldu. Yapılan hataların sonucunda, işlerimiz, iflâs noktasına geldi. Eğitimlerimiz yarıda kaldı. Erkek çocuklar yatılı okudu. Biz kızlar da kendi hallerimizde, koşullara göre bir şeyler öğrenerek büyüdük.
Babamın hataları var diye düşünüyorum. Bin bir zorluklarla kurduğu, belli bir yere getirdiği işlerini, işinin ehli olmayan kişilere emanet etmeyecekti. Aşırı derecede iyi niyetliydi. En azından hesaplarını kendi tutacaktı. Muhasebecisi yoktu. Yığın halinde kitaplığına koyduğu defterlerini saatlerce incelerdi. Hesaplar yapardı. Ama yapılan hataları düzeltmeye yetmedi. Bir özlü söz vardır; 'Bir şeyler yapan hata yapar. Hiçbir şey yapmayan hata da yapmaz ' diye. Bu özlü sözün, babam için çok uygun olduğunu düşünüyorum.
İflâstan dolayı evimize, sık sık haciz memurları gelmeye başladı. Evde bulunan para edecek şeylerin çoğunu satmış, borçlara vermiştik. Halı tezgâhlarımıza verecek malzeme bulmakta zorlanıyorduk. Ama hâlâ haciz işlemleri için evimize memurlar geliyordu. O yıllarda köye gelen giden pek olmazdı. Ayda yılda bir resmi plâkalı arabayla vergi memurları gelirdi. Onun dışında uğrayan yoktu. O günlerde vergi değil, ama haciz memurları cipe binip, bizim eve gelmeye başlamıştı. Evimizde alacak fazla bir şey bulamıyor, elleri boş dönüyorlardı. Elimizde kalan birkaç balya halı malzemesini, boya kazanlarını, dikiş makinesini, tartı için kullandığımız kantarı, haciz memurları gelmeden komşuların samanlığına saklıyorduk. Saklama işinde zamanla ustalaşmıştık. Kasabadaki tanıdıklar bize haber gönderir, haciz memurlarının geleceği günü yaklaşık olarak bildirirlerdi. Haciz arabasının sesi duyulunca, evi bir daha kontrol eder, apar topar çıkar komşuların evine giderdik. Sessiz bir şekilde beklemeye başlardık.
Gerçekten zor günlerdi. Üzgün bir durumda evden ayrılırdık. Elimiz ayağımız tutmaz nereye gideceğimizi hangi komşunun evine saklanacağımızı bilemezdik. Bazı komşular da peşimize takılır, hem annemi teselli eder, hem de haciz memurları evimizden ayrılana kadar bizi yalnız bırakmazlardı. Amcamla babam ortak borçlanmışlardı. Haciz işlemleri amcamlar için de geçerliydi. Memurlar iki eve de girer çıkar, işlemlerini yapar dönerlerdi. Biz de doğru samanlığa dalardık. Sakladığımız eşyaları çekiştire çekiştire getirir tekrar yerlerine koyardık.
Bazen de annemin bizi hem kızdıran, hem de güldüren halleri olurdu. Bir olaydan dolayı babamı affetmezdi. Her kızdığında bunu yüzüne vururdu. Bir gün babam, ikindi namazı için abdest alacakmış. Evde su bitmiş. Sıra sıra duran su testilerinin hepsini tek tek yoklamış, fakat hiç birinde su kalmamış. Evde de kimse yok. Yengeme seslenmiş bir de küçük bir testi uzatmış. 'Ayşe ikindi namazı kılacağım abdest almak için su yok, şu testiye biraz su koyar mısın?' demiş. Yengemin verdiği su ile abdestini almış, namazını kılmış. Tabiî konu burada bitmedi. Daha sonraları iki elti tartıştıklarında bu konu ortaya atılırdı. Yengem; 'Efem evde bir damla su bulamamış, abdest alacağı suyu bizden alıyor, sen onu düşün bir kere' derdi. Yani, sen evinin suyuna bile dikkat etmiyorsun, demeye getirirdi. Kabak da babamın başında patlardı. Annem, 'Sen su doldurmaya gitsen ne olurdu? Hadi su doldurmak zor geldi, bari gidip abdestini çeşmede alsaydın, gözün mü görmüyor, ayağın mı tutmuyordu; iki adımlık çeşmeye gitmedin de, el âlemden su istedin. Beni cümle âleme mahcup ettin!' derdi. Aslında anemin de haklılık payı vardı, babamın akraba bile olsa komşudan su istemesi hiç de iyi bir şey değildi.
Babam bizi 'namazınızı kılın' diye ara sıra uyarırdı. Ablam bu uyarıları dikkate almazdı. Keyfine göre hareket ederdi. Kardeşim Atike de pek aldırmazdı. Ben babama karşı yalancı duruma düşmemek için namazlarımı kaçırmamaya çalışırdım. Annem de, 'Bu dünyada namaz kılmayanlar ölünce, domuz rengine dönüşecek mosmor olacak, öbür dünyaya gidince de kızgın sacın üstünde namaz kılacaklarmış' derdi. İlkokulun bahçesinde çalılıkların arasında yerde, taşların üzerinde öğle namazı kıldığımı hatırlıyorum. Namazlarımı kılamadığım günler gece uykumda korkulu rüyalar görüp, ter içinde uyanmama neden olan annem, kendisi çok dikkat etmezdi. 'Ne yapayım elimden bu kadar geliyor' der geçerdi. Annem evlendikten sonra babamdan öğrenmiş namaz dualarını. Ramazan aylarında teravih namazına giderlermiş. İlk zamanlarda, hocanın namaz kıldırırken yüksek sesle okuduğu duaları ezberlemiş. O dualarla namazını kılmış. Bu arada babamdan da yardım alarak eksiklerini gidermiş. Annemin bir özelliği de ezberinin çok iyi olmasıydı. Çabuk ezberler ve bildiklerini unutmazdı.
İlerleyen yıllarda babam bir tarikata girdi. Şıhları uzak bir köyde oturuyordu. Yılda bir iki defa ziyaretine giderlerdi. İki ayda bir de toplu halde birinin evinde, çoğu zaman da bizim evde tespih çekerlerdi. Babamın binlik tespihi vardı. Annem, 'Duaları yanlışsız öğrenemem, sonra da günaha girerim' diye tarikata girmek istemedi.
Babam genellikle gece yarısından sonra saat üçe doğru uykudan kalkardı. Çayını demler, bir yandan çay içer, bir yandan Kuranını okurdu. Sonra da binlik tespihini eline alır, seccadenin üstünde rükûda oturur vaziyette tespihini çekerdi. Kaç kez çekileceğini bildiğinden, gözü kapalı çeker, bitirince de duasını ederdi. Bu sırada hava aydınlanmış olurdu. Yeniden bizim için ateşe çay koyardı. Uyuduğumuz odaya gelir bizi uyandırırdı. 'Ben namaza gidiyorum. Kalkın artık biraz sonra güneş doğacak' derdi.
Annem uyumayı severdi. Genellikle bizimle birlikte kalkardı. Babam camiye gitmek için kapıdan çıkınca, kapı kendiliğinden kapanır, kapanırken ses çıkarırdı. Sesi duyunca biz tekrar yatağa gömülürdük. Annem sıkı sıkı tembih eder, 'Babanız gelmeden kalkın, yalancı durumuna düşmeyin' derdi. Babam bazen cami dönüşü arkadaşlarını eve davet eder, birlikte gelirlerdi. İşte o günlerde babama müthiş kızardık. Hem uykuda yakalanma telaşı hem de dağınık yataklar derlenip toplanmadan misafirleri sıra sıra karşımızda görünce şaşkına dönerdik. Aslında babamın namazını kıldığı, çayını pişirdiği oda ayrıydı. Babamın ahbapları bizleri kendi kızları gibi gördükleri için 'Daha uyumayın kalkın artık, işler sizi bekliyor' demek için odanın kapısından başlarını uzatırlardı. Öyle, çocukları rahatsız etmeyelim diye düşünmezlerdi. Her birimiz bir işe koşardık.
Annem başlardı söylenmeye hem nalına, hem mıhına misali; 'Ben size demedim mi, babanız gelir, kalkın diye' Bu arada babama da demediğini bırakmazdı. 'Ne lüzumu vardı sabah sabah köpek yatağı gibi dağınık eve bu adamları getirmeye?' derdi. Çünkü yer yatağında yattığımızdan evin toplanması zaman alırdı. Misafirlerin bizim dağınık yataklarımıza baktıkları bile yoktu sanıyorum. Onlar için birer bardak sıcak çay ve sohbet yeterliydi. Her evde çay pişmezdi. Yoksulluk vardı. Ama bizde her sabah çayın fokurdayan sesi ve mis kokusu eksik olmazdı. Ama, belki de en önemlisi, babamla sohbetleri tutuyordu, sabah sabah bir iki laf etmek çekiyordu canları. 'Gönül ne çay ister ne de çayhane, gönül muhabbet ister, çay bahane'.
YORUMLAR