Bayram Ali dayıma uykumuzu böldüğü günler ablamla beraber kızdığımız, içtiği çayın yudumlarını saydığımız anılarım bazen aklıma gelir. Evli çoluk çocuk sahibi olmasına rağmen hâlâ babamın yanından ayrılmazdı. Eşi ve çocukları gelmese bile o her zaman sofralarımızın baş konuğu idi. Bir de her sabah erkenden çay içmeye gelirdi. Evin kapısını açışından, gıcırt gıcırt çıkardığı ayak seslerinden tanırdık onu. Ablamla uykuyla uyanıklık arasında döşekte bir o yana bir bu yana döner yine geliyor diye homurdanmaya başlardık.
O ocak başına, her zamanki yerine geçer, babamın karşısına aşağı köşeye otururdu. Dayı diye başlayan konuşmaları, şıngır şıngır karıştırma sesleri evin içinde yankılanırdı. Çayının tadını çıkara çıkara içerdi. Hüüüp offuu hüüüp offuuu hüüp offf. Bazen ince belli cam bardakta çift şekerli çayını ne zaman bitirecek diye yorganın altında yudumlarını sayar, kaç höpürdetmede bitirecek diye ablamla bahse tutuşurduk.
On iki on üç yaşına geldiğimde bu kez en küçük halam Ayşe geldi evimize. Otuz yılın sonunda ikinci eş alan kocasına katlanamamış, beş evladını arkada bırakarak bize gelmişti. Evimizin birinci katına yerleştirdik halamı. Evini yapıp işlerini yoluna koyana kadar üç yıl kadar beraber kaldık. Halam tarlalarına tütün diker kış aylarında tezgâhında halı dokurdu. Ekonomik olarak her şeyini kendisi yoluna koyardı. Ama yemeklerimizi çoğu zaman birlikte yerdik. Sofrayı kurar halamı çağırırdık. O da eli boş gelmez evinde ne varsa çiy olarak bir tabağa koyar getirirdi. Yemek bitince de 'Allah bereket versin der' kalkar giderdi.
Annem bu duruma çok kızardı. 'Eteğini silkip gidiyor sofradan. Ben bu çiy sebzeleri, pişmemiş bulguru, tarhanayı ne yapacağım? Bu malzemeler kendi mi pişiyor? Bulaşıklar kendi mi yıkanıyor? Neden böyle yapıyor? Bir gün de o bizi evine çağırsın' diye dertlenirdi. Babam da 'ne yapalım Ayşe o yalnız, tek başına, idare edelim' derdi.
On beş yaşına geldiğimde günlerimiz büyük dayımın çocuklarıyla birlikte geçmeye başladı. Köylülerin tarla evlerine taşındığı köyde hiç kimsenin bulunmadığı yaz ortasında bir gece, iki dayımın bitişik olan evleri yandı kül oldu. Köyün çevresinde oturanların yangının şavkına yardıma koşmaları, bağrış çağrış çeşmelerden su taşmaları, hiçbir fayda vermedi. Bir çöp bile kurtarılamadı. Yangının nedeni, kız alıp vermeden meydana gelen bir husumetten kaynaklanmıştı. İki aile de evsiz kaldı. Bu üzüntülü günlerin sonunda büyük dayımın hanımı vefat etti. Beş evlatlarından ikisi evliydi. Geride kalan üç kardeşe annem annelik yaptı. Beş altı yıl süren nişanlanma ve düğünleri sırasında onlara annesizliklerini hissettirmemeye gayret ettik. O dönemde de yine evimiz kalabalık, neşeli ve şenlikliydi.
Evimizde her daim hastaların iyileştirilmesi, öksüzlerin ve yetimlerin sevindirilmesi, dargınların barıştırılması, açların doyurulması için seferber olunurdu. Üç ayar bulgur, üç ayar tarhana, bir ayar nişasta, iki üç küp turşu, bir iki küp sirke yapılır; kazanlarda pekmez, tencerelerde salça kaynatılır, çuval çuval sebze ve meyve kurutulurdu. Mahalle fırınımız vardı. Bakımını yapar, karşılığında ekmeğini pişiren aile bize bir pide verirdi. Bazı günler beş kişi ekmek pişirir, evimize beş pide girerdi. Bu kadar gıda hazırlığına rağmen, ilkbahar gelince ev tam takır olur, yani yiyecekler biter, biz de hep birlikte ne pişireceğiz, ne yiyeceğiz derdine düşerdik.
Bizim ev de önceleri köyün bütün evleri gibi toprak damlıymış. Benim anımsadığım, giriş katında ahırların bulunduğu kiremit çatılı olan ev. İhtiyaç duyulduğunda eklemelerin yapıldığı iki katlı evimiz betonarme bir bina değildi. Üç duvarı yani arka ve yanlar taş, ara bölmeler taş ve ahşap karışımıydı. Binanın ilginç olan kısmı ön cephesiydi Çardak denilen kısımlarda, zeminden çatıya kadar hiçbir şekilde duvar yoktu. Ahşap direklerle idare edilmiş. Bir iki, ahşap direk üzerine bir çardak vardı. İkinci katta yine aynı şekilde bir iki direk daha, üzerine bir çardak konmuştu.
Çardaklar at koşturulacak kadar genişti. Bu söz, komşuların sözü, öyle derlerdi. Birinci kattan ahşap bir merdivenle, kahvehanenin de bulunduğu ikinci kata çardağın ortasına çıkılırdı. Merdiven çıkışı kepence dediğimiz, büyük bir pencere kepengi gibi bir kapakla kapatılırdı. İki kat arasında ulaşımı sağlayan merdiven kepencesiçoğu zaman kapalı tutulurdu. Üst katın çardağı tehlikesiz bir şekilde gezilir dolaşılırdı. Köy meyilli bir arazi üzerine kurulduğundan, bütün evler teras görünümündeydi. Bizim evin birbirinden bağımsız iki girişi vardı. Üst giriş kapısı, elle tutup üstündeki karga burna basınca açılırdı. Arkasında da tırkaz dediğimiz, küçük bir filgeci vardı. Kapıdan iki metre genişliğinde on metre uzunluğunda koridora girilirdi. Bu dar koridorun sol tarafında kahvehane, sağ tarafında ise iki oda ve kahvehanenin önüyle birleşen geniş halı çardağı vardı. Odanın birine halı malzemeleri koyar, birini de babam çalışma odası olarak kullanırdı. Çardakta kurulan halı tezgâhında da annem ve ablam, bazen de yardıma gelen komşular, halı dokurlardı.
Birinci kata inmek isteyen kepenceyi açar, yedi sekiz basamaklı tahta merdivenlerden inerek alt kata ulaşırdı. Birinci katta da, yayla gibi salon içerde ve dışarıda ocakbaşı, çardağın bir köşesinde ayakyolu yer alırdı. Daha önce kullandığımız ayakyolu, büyük avlunun dışında, samanlığın dış duvarına bitişik, amcamların ayakyolu ile karşılıklı, aynı hizada, aynı plânda ve odalarımıza aynı uzaklıktaydı.
Geceleri amcamın kızı Ayser'le haberleşir, elimizde fener komşuya gezmeye gider gibi, öyle giderdik ayakyoluna. İkinci katın inşaatı devam ederken bir de yeni bir ayakyolu yaptırdı babam. Köyde ilk kezdi böylesi. Çardakla bitişik odalarımıza yakın bir yerde. Babam, ayakyolu içine yirmi litrelik betonarme musluklu bir havuzcuk yaptırmıştı. Bu havuzu her gün çeşmeden taşıdığımız su ile doldururduk. Yeni ayakyolunun içinde istenildiği zaman musluğundan su akan bir beton havuzcuğun olması görenlerin çok hoşuna gitmiş, komşular görmeye bile gelmişlerdi. Taş duvarlı bu yapı, zeminden başlayarak ikinci katın çardağıyla da birleştirilmişti. Düz beton çatısı vardı. Bu beton çatının üstünde bazen çamaşır günleri yapardık.
Odun ateşinde, küçük kazanlarda ısıttığımız sularla, saçımızı başımızı yıkardık. Aslında, çamaşır yıkamak için en uygun yer mahalle çeşmesiydi. Ama ikinci kattan etrafı seyrederek birbirimizin saçlarını taramak, ince ince saç örgüler yapmak, güzel anlardı. Çardakla birleştirilmiş olan ayakyolunun düz çatısı, komşu Uzun Ali'lerin toprak damı ile de bitişikti. Arada bir oraya da fırlar, toprak damın üstünde koşturmaca oynardık. Uzun Ali'nin annesi, biz çocukların dünyanın en zalim kişisi olduğunu düşündüğümüz Zahide yenge elinde sopayla anında çıkardı ortaya. Devam edecek'
YORUMLAR