Evimizin bir de avlu girişi vardı. Avlu kapımız da amcamlarla yan yanaydı. İki kanat şeklinde açılırdı. Beygir, yüküyle rahat rahat avluya girerdi. Bir tarafta odunlar, çam kozalakları, koyunlar, keçiler; diğer tarafta baltalar, çapalar, tütün keserleri, ilkbahardan kalma tütün baskıları. Ne ararsan olurdu bu avluda.
İlkokul ikiye gidiyorum. Bir yıldan beri kahvemizi babamla dayım ortak işletiyor. İçinde berber odası, pilli radyosu var, aydınlatması lüks lâmbası ile yapılıyor. Küçük bir sandık görünümündeki pilli radyoyu ilk gördüğümüzde çok sevinmiş, kardeşlerimle birlikte ses nereden geliyor, insanlar bunun içine nasıl sığıyor diye, radyonun etrafında epeyce de dönmüştük. O günlerde başbakan Adnan Menderes ve iki bakanının yargılanma süreci başlayınca kahvenin radyosu Yassı Ada saati başlamadan önce, babamın odasına toplanan ahbapları için buraya taşınıyor. Bitince de radyo tekrar kahveye götürülüyordu. İki metre uzunluğunda anteninin bağlandığı bir de direği vardı. Her akşam kahvede oturan bir iki gönüllü radyo taşıma işini yapardı. O dönemde en önemli iletişim aracı olan radyonun başına bu kez kahve müşterileri toplanıyordu.
İkinci katta yola penceresi olan küçük oda, babamın çalışma odasıydı. Yassı Ada saatinde radyonun başına toplanıldığı oda. Babam burada hesaplarını yapar, bazen de kalabilirse tek başına kitap okurdu. Ayrıca geceleri arkadaşlarına hikâyeler okur, konuşurlar, tartışırlar, sohbetler ederlerdi burada. Çalışma odasının içinde ocak başı, babamın abdest alırken kullandığı, benim çay bardaklarını yıkadığım, mutfağa benzeyen bir yer, yanında ince tahtalarla raflara bölünmüş bir de kitaplık vardı. Yeni yeni okumaya başlamıştım. Artık elim kitapların üstündeydi. Babamın kitaplarını ve hesap defterlerini bir o yana bir yana aktarıyor, büyük bir zevkle sayfalarını çeviriyor bakıyor, tozlarını siliyordum. Bu odada olmaktan büyük mutluluk duyuyordum. Babamın çalışma odasının bütün işlerini yapıyor, misafirlerin çaylarını dolduruyor, kül tablalarını boşaltıyor, çeşmeden su taşıyordum.
Saat yirmide Yassı Ada davasının başlama gongu vurulunca herkes tütün tabakalarını ceplerinden çıkarıp yere koyuyor başlıyorlar sigara sarmaya. Hem sararlar, hem de konuşurlar, arka arkaya sigaralarını içelerdi. Büyük bir ciddiyet içerisinde radyo dinlenir, Yassı Ada davasının başından sonuna kadar ah vah çekilir, sonra da uzun uzun yorumlar yapılırdı. Babamın ahbapları, Menderes'e haksızlık yapıldığını düşünüyordu. İsmet İnönü'yü sevmiyorlardı. Bunu sohbetlerinden anlıyordum.
İkinci Dünya Savaşı sırasında babam askerlik yapmış. Askerliği dört beş yıl sürmüş. Ağır bir verem hastalığına yakalanmış. Arada köye izne göndermişler. İyileşince tekrar askere almışlar. Yiyecek sıkıntısını hat safhada yaşamışlar. Atların yemi olan arpayı bile yemişler. Köylerde ekmek ve şeker karne ile satılmış. Menderes dönemi ise bolluk içinde geçmiş. Ekmek yüzü görmüşler. 'Ne demek bebek davası, köpek davası bu kadar da olmaz' diyorlardı. Yassı Ada saati bitince de siyaseti bırakırlar, önceki gecelerin devamı olan kitap okuma sohbetine geçerlerdi.
Babam kitaplığından özenle aldığı, yaprakları çevrilmekten iyice gevşemiş, dağıldı dağılacak haldeki kitabını yavaşça, kürsünün üstüne koyar, başlardı karıştırmaya. Kürsü hafif öne meyilliydi. Kitabı elle tutup ayarlamaya veya düzeltmeye gerek olmazdı. Herkes yerde oturur. Kürsü de ona göre yapılmış, küçük bir tabure yüksekliğinde. Diz çöküp oturulunca kitap göğüs hizasına denk geliyor. Babamın raftan bir iki kitap daha getirdiği, kürsünün dar gelip yetmediği zamanlar da olurdu. Öyle zamanlarda çekmece dediğimiz küçük bir sandığı kürsünün yanına ilâve eder, üzerine lâmbayı yerleştirirdi. Gaz lâmbasının odayı iyi aydınlatması için her akşam camını siler, fitili makasla düzeltirdi. Dinleyiciler daha önceki konu üzerinde konuşurlar, hoşlandıkları hikâyeleri babama söylerlerdi.
Bir önceki gün nerede kalınmışsa oraya işaret koymuş olan babam, işareti koyduğu sayfayı açar okumaya başlardı. 'Arkası Yarın' programı gibiydi. Tam da kaldıkları sayfadan başlardı. Ben de yapılanları izler, hem de can kulağı ile dinlerdim. Hiçbir şeyi kaçırmazdım. Hikâyeyi kaçıncı kez dinlemiştim, ama olsundu, daha iyiydi ya. Öğrendiklerimi arkadaşlarıma anlatırken kolaylık oluyordu. Onların böyle bir olanakları yoktu. Her şeyi benden öğreniyorlardı.
Evcilik oynarken de her defasında öğretmen rolünü bana veriyordu arkadaşlarım. Ben de bu rolü çok severdim. En inandırıcı şekilde yapmaya çalışırdım. Kış gecelerinde okunan kitapların konuları Hz. Ali'nin cengi, Battal Gazi ve Mısır Firavunları, Hz. Muhammed'in yaşamı ve savaşlarıydı. Bu kitapları dönüşümlü olarak okurdu babam. Birisi bitince öbürüne başlardı. Hikâyeye başlamadan önce, günlük konularda sohbet ederlerdi. Okuma saatlerinde, bir hikâyenin bir gece boyunca tartışıldığı, tekrar, tekrar okunduğu da olurdu.
Babamı dinleyiciler yönlendirirdi desem yalan olmaz. En sadık dinleyicileri genelde yaşlılardı ben hariç. Pamuk dede, İbrahim Esen, Hüseyin Ata, Ahmet Doru önde gelenlerdi. Gerçekten çok dikkatli dinlerlerdi. Bazı bölümlerinde duygulanırlar, gözyaşlarını tutamazlardı. Kış aylarında okuma geceleri düzenli yapılırdı. Yatsı namazından sonra, babamla birlikte toplu halde bize gelinirdi. Her güzel şeyin bir sonu olduğu gibi, ilkbaharın gelmesi tarla işlerinin başlamasıyla birlikte, arkası yarınlara ara verilirdi.
Bu yaşananlar ikinci katta idi. Alt katta çok geniş, başka bir misafir odamız vardı. Orası her zaman kalabalıktı. Bu geniş odada, beş kardeş, bir o kadar da komşu çocukları ile kalabalık bir ortam olurdu. Evimize gelenlere misafir demek de pek doğru olmazdı, sanırım. Çoğunluğu akraba ve bize halı dokuyanlardı.
En küçük kardeşim beş yaşlarında. Annemin dışında bir hanıma göz koyduğu, evlenmek istediği haberi yayıldı ortalığa. Anneme ortak gelecekmiş. İkinci eşe ortak denirdi. Köyde üç dört aile vardı 'ortak' yaşayan. Ama o kadınlar yaşlıydı. Annem gibi genç olup da ortakla yaşayan yoktu. Bu hanım bize halı dokuyanlardanmış. Son aylarda bize çok sık gelip gidiyormuş. İkide bir elinde halı ilmelerinden bir demet gelirmiş bize. 'Bu renk bitti devamını almaya geldim' dermiş. Günde iki üç kez geldiği de oluyormuş, yok yeşil bitti, yok pembe renk bitti, diye. Annem de tartıp, tartıp veriyormuş, hiç de şüphelenmemiş. Ama babamın davranışlarındaki değişikliği fark etmiş. Babam giyim kuşamına aşırı önem veriyor, çizmelerini her gün boyayıp parlatarak giyiyor, sarığını durmadan tekrar tekrar sarıyor, düzeltiyormuş.
Annem bu durumları dayımlara anlatmış. 'Ayrılacağım, çocuklarımı alıp size geleceğim ağabey' demiş. Bir akşam dayımlar geldi. Büyük dayım aynı zamanda bizim kahvehaneyi ortak olarak işletiyor. Annemlerin kaldığı birinci katta toplandık. Beş kardeş, ablamla ağabeyim bir köşede, biz üçümüz annemin üç eteklerine yapıştık, salya sümük ağlaşıyoruz. Annem kararlı. Yere oturdu ayaklarını uzattı, Hüseyin'i ayaklarının üstüne yatırdı. Hem sallıyor hem de konuşuyor. Bunu bırakmam, alıp götüreceğim diyor. Atike'yle ben 'anne bizi de götür' diye daha bir yüksek sesle koro halinde ağlamaya başladık. Yengem anneme 'abla efem yapmaz, evlenmez; aslı yoktur' diyor. Biz annemin etrafında ağlaşıyoruz. Ne kadar uzun bir geceydi. Babamın dediklerini hiç hatırlamıyorum, ama günah çıkarmaları işe yaramış olacak ki, sonunda annem evden ayrılmadı. Ailece rahat bir nefes aldık. Bu konu bir daha tekrar gündeme geldi mi, üzerinde konuşuldu mu bilmiyorum.
Devam edecek'
YORUMLAR