Konu gündeme geldiğinde yurt dışından yeni dönmüştük. Daktilografi kursuna başlamış, devam ediyordum. Lise ile ikisini birlikte yürütecek olmam beni düşündürmüştü. Artık daktilografi kursunun son günlerine geldim. Sonra lise sınavlarına girdim. Hem tecrübe edindim, hem de toplam on ders verdim. Bu arada, 'Japonca'yı öğrenip ne yapacaksın? Bu yaştan sonra mı?' diyenler vardı. Çevremde esen hava hiç de iç açıcı değil. Ancak yakınlarımdan müthiş destek geliyor. Eşim ve ağabeyim hemen başlamamı söylüyorlardı. Yarıda bıraksam bir şey kaybetmeyeceğimi, öğrendiklerimin bana kâr kalacağını insanın en büyük hazinesinin bilgi olduğunu dile getiriyorlardı. Hele bir yabancı dil öğrenmek çok önemliydi.
Bu duygular ve olumlu olumsuz düşünceler içinde nihayet 1982 yılı sonbaharında Japonca Kursuna kayıt oldum. Japon Konsolosluğu ile Türk-Japon Kadınlar Dostluk ve Kültür Derneğin İstanbul Şubesinin birlikte yürüttükleri kurslar İTÜ'nün Gümüşsuyu binasında yapılıyordu. Derslere başladık. İlk derslerimiz çok kalabalık geçiyordu. O sıralarda televizyonda, bir Japon dizi filmi oynuyordu.
Kahramanı Ancin San (Sayın Albay) iyice meşhur olmuştu. Dizi içinde geçen tek tük Japonca sözcükler herkesin diline düşmüştü. Ancin San (Sayın Albay), vakarimasu ka (anladınız mı?) hai (evet), iie (hayır) gibi kısa cümle ve kelimelerdi bunlar. Ama büyük yankı bulmuş, Japoncaya ilgiyi artırmıştı. Sınıfın çoğunluğu dizinin etkisiyle gelenlerdi. Diğerleri ise Japonya ile ticaret yapanlar, turistik eşya satan mağazalarda çalışanlar ve emeklilerden oluşuyordu.
İ.T.Ü.'nün Gümüşsuyu binasında Japon Konsolosluğu'na tahsis edilen sınıfta 45 kişi ile derslere başladık. Öğretmenimiz genç bir Japon hanımdı: Mariko Shoshi Erdoğan gemi mühendisi olan eşiyle Japonya'da tanışmış. Üç yıl öncede evlenmişler. Türkiye'ye yeni gelmiş, Türk âdetlerine alışmaya, Türk insanını tanımaya çalışıyordu. Bir gün sınıfta bize 'Türkler yürürken neden uykuluymuş gibi gidiyorlar. Yolda yürürken neden bana dönüp dönüp bakıyorlar' demiş, öğrencilerden biri de 'hocam siz hızlı yürüdüğünüz için bakıyorlardır' demişti.
Haftada bir gün olan derslerimiz iki saat sürüyordu. Japonca'yı Latin alfabesi ve Hiragana-Katagana kullanarak öğreniyorduk. Ama ağırlıklı olarak Latin alfabesini kullanıyorduk. Sanıyorum, doğrudan Japon alfabesiyle başlanılırsa, öğrencilerin dersleri yarıda bırakabilecekleri düşünülüyordu.
Japonca öğrenme konusunda kararsız geçen günler geride kalmış, kursa başlamıştım. Japoncanın zorluğu üç alfabesinin olmasıydı. Bunlar, Hiragana-Katagana ve Kanji alfabesiydi. Hiragana-Katagana hecelidir. Kanji Alfabesi ise yaklaşık iki bin karakterden oluşur. Acaba başarabilir miydim? Dilin zorluğu büyük sorundu. Ancak imkânsız değildi. Milyonlarca Japon bu dili öğrendiğine göre ben de öğrenebilirim diye düşündüm. Bu düşüncelerle karamsarlığa kapılmadan kursa devam ettim
Birinci yılın sonuna doğruydu. Bir gün hocamıza 'küçük hikâye kitapları var mı? Nereden alabiliriz?' diye sorduk. Hocamız biraz da gülümseyerek, 'Öyle sizin istediğiniz gibi kitap yok. Latin harfleriyle yazılmış Japonca okunacak herhangi bir metin bulmak olanaksız. Ne zaman ki Kanji, Hiragana-Katagana'yı öğrenirsiniz o zaman kitap okursunuz. İki yıl sürecek olan, bu kursumuzda sizlere Latin alfabesiyle Japonca öğreteceğim. Bunun yanı sıra Hiragana-Katagana alfabesini de öğreteceğim. Japonya'da kitaplar üç alfabe kullanılarak yazılır. Bu işi ciddiye almak istiyorsanız üç alfabeyi de öğrenmelisiniz' dedi.
Sınıfta büyük sessizlik oldu. Hepimiz şaşkındık. 'Kursu bırakırım. Üç tane alfabeyi hayatta öğrenemem. Ölünceye kadar Japonca Kursuna mı devam edeceğim' diyenler vardı. Sınıfta bu konu üzerine konuşmalar uzayınca kafam iyice karışmış, moralim bozulmuşu. Ama dilin zorluğunu bilerek başlamıştım. Ayrıca aradan geçen zamanda Japonca'ya ısınmıştım. Japonca ders kitabımın son sayfasındaki Hiragana-Katagana hecelerinin tamamını ezberlemiştim.
Derslerimizde Mariko Hocanın kendi yazmış olduğu 'Kolay Japonca' kitabını işliyorduk. Esas mesleği Japonca öğretmenliği olan hocanın, bizimle iletişimi iyiydi. Öğrendiğimiz kelimeleri kullanarak ders aralarında bizi konuştururdu.
İkinci yıl sayımız yarıya düşmüş, sınıf tenhalaşmıştı. Hoca bizlere daha fazla zaman ayırıyordu, derslerimiz daha verimli geçmeye başlamıştı. Okumak için basit kitaplar bulma konusundaki sıkıntılarımız ise sürüyordu. Ders aralarında öğrendiğimiz kelimelerle kolay cümleler kuruyor, birbirimizle konuşmaya çalışıyorduk. Yakınımızdaki Japon Konsolosluğu'nda ara sıra gösterilen belgesel filmlere giderdik. Belgesel film günlerini heyecanla beklerdim.
Ayrıca, Atatürk Kültür Merkezi'nde gerçekleştirilen Japon Film Haftası'nı, Japonya Kültür Günleri gibi etkinlikleri de kaçırmazdık. Genelde filmler aynı yönetmene aitti oluyordu. Ünlü yönetmen, Akira Kurosawa'nın filmlerini defalarca seyretmiş, konularını bile ezberlemiştim. Oysa bizler günümüz Japoncası ile günlük hayata dair filmler görmek isterdik. Ancak elimizde bulunanı kaçırmaz, soluğu filmin oynandığı salonda alırdık.
Atatürk Kültür Merkezi'nin büyük salonunda Japon şarkıcı Hiroshi İtsuki konser vermiş ve konserinde Türkçe olarak o günlerde moda olan İbrahim Tatlıses'in 'Mavi mavi, masmavi' türküsünü söylemişti. Ayakta alkışladığımız sanatçının konser kasetini temin eden arkadaşımız çoğaltıp sınıfta bizlere dağıtmıştı.
Belgesel film seyrettiğimiz günleri ders günü diye kabul eder, orada gördüğümüz Japonların etrafında toplanır, konuşmaya çalışırdık. Böyle durumlarda çekinirdim, rahatsız ederim diye düşünür, uzak durur, konuşmalara pek katılamazdım. Aslında yaptığım yanlışmış. Bazı arkadaşların bu konularda tecrübeleri vardı. Sultanahmet civarındaki dükkânlarda satış elemanı olarak çalışıyorlardı. Yabancıyla nasıl, ne şekilde, konuşulacağını biliyorlardı. Hemen kendilerini tanıtır, kem küm ede ede konuşmaya başlarlardı. Çünkü konuşmadan dil öğrenmek olanaksızdır. Konuşacaksın ki hataların ortaya çıksın. Sonuç ortadaydı. Derslerde her zaman öne çıkan daha başarılıydılar.
Sonunda onları kendime örnek aldım, kabuğumu kırdım. Karşıma çıkan konuşma fırsatları değerlendim. Bu dediklerimi uygulamam zaman aldı tabii. Ders işlerken bile o arkadaşlara yetişemezdim. Hocanın sorduğu her soruya cevabı yapıştırırlardı. Kendimi toparlayıp, hazırlandığımda iş işten geçmiş olurdu. Onlar, verdikleri cevap yanlış bile olsa hiç bozuntuya vermezlerdi. Çünkü yine onlar kârlı çıkardı. Daha çok konuşmuş olurlardı. Sorularını ve hocanın verdiği yanıtları dinlerken kendime kızar, bildiğim soruları bile soramadığıma üzülürdüm.
Ders çıkışı bazı günler Japon Konsolosluğu'na uğrardık. Orada karşılaştığımız Japonlarla tanışmaya çalışırdık. Eğer o saatlerde konuşacak kimse yoksa konsolosluk kapanıncaya kadar dört gözle kapıdan girecek Japonları beklerdik.
Hocamız, bize boş günlerimizde bir cafede toplanıp, öğrendiğimiz sözcüklerle birbirimizle sohbet etmemizi tavsiye ederdi. Hocanın dediklerini uygulardık. Ama biz birbirimizle değil, Japonlarla karşılıklı konuşmak istiyorduk. Ancak Japon turist bulmak kolay değildi, bu konuda şansımız yoktu. Çünkü, o yıllarda Turist olarak Türkiye'ye gelen Japon sayısı yaklaşık 5000'ni geçmiyordu.
Başka bir sıkıntıyı da kurs süresi ve sonrasında sözlük bulmakta yaşamıştım. Türkçe-Japonca sözlük yoktu. Ağabeyimin İtalyanca-Japonca sözlüğünden fotokopi yaptırıp uzun süre onu kullandım. İtalyanca bilmediğim için Türkçe-İtalyanca, İtalyanca-Japonca yani iki sözlük kullanarak aradığım kelimeyi buluyordum. O ara Türkçe-İngilizce, İngilizce-Japonca sözlük aldım. Bereket bu sözlükte de İtalyanca sözlükte olduğu gibi bir kelime, hem Latin alfabesiyle hem de Japon alfabesiyle yer alıyordu. Uzun zaman alsa da aradığım kelimeyi bulabiliyordum.
Zaman zaman Beyazıt'ta bulunan Sahaflar Çarsısına gider Japonca ne gördüysem alırdım. Japonca yazılmış kitap, dergi bulmak çok zordu. İşime yarar mı, yaramaz mı bakmazdım. Bir gün kullanırım düşüncesiyle çeşit çeşit sözlükler, turistik kitaplar alırdım. Sınıftaki öğrencilerin çoğu 'Nasıl olsa Japoncayı sökemem, sözlük almaya gerek yok. Paramı boşuna harcamış olmayayım' diyordu. Hocanın verdiği notlarla idare ediyorlardı.
Devam edecek'
YORUMLAR