Atımızın ne zaman alındığını bilmiyorum. Annemin anlattığına göre biz çok küçükken büyük dayımlardan almışız. Tüyleri kına renginde orta boylu. Öyle kötü huyları da yok. Biz beş kardeşi bazen sırtında, tütün zamanı küfelerde, bazen de heybenin gözlerinde taşırdı.
Düğünlerde gelinler atla dolaşıyor. Âdet gereği gelinin dışında 'gelin alıcı' denilen kişiler de atlara binip, gelin alayına katılıyor. İşte bu gelin alıcıların ilk tercih ettikleri at, Kınalı olurdu. Kınalı'nın tercih edilmesinin en büyük nedeni de uysal olması, gelin alıcıların çekinmeden binmeleriydi. Neredeyse iki hafta öncesinden bilirdik Kınalı'yı kime vereceğimizi. Anneme 'Ayşe Teyze, kimseye söz verme' derlerdi. Gelin alayı bittikten sonra da başına bağladıkları hediyesi ile getirirlerdi Kınalı'yı. Kınalı'nın başına bağlanan hediye, pullu yemeni olurdu. Üç kız kardeş hemen yemeni kavgasına tutuşurduk. Annemin araya girmesiyle yemeni yırtılmadan birimizde kalırdı.
Kınalı'yı çok sever, ara sıra düşmeme rağmen hiç korkmadan tek başıma biner koştururdum. Bir seferinde tarlaya gübre taşırken düştüm. Küfeler gübre dolu, ben semerinde, tarlaya vardım. Tarlanın ortasında gübreyi dökeceğim yerde Kınalı'yı durdurdum. Daha inmeme fırsat kalmadan bir çifte attı. Küfeler bir tarafa düştü, ben bir tarafa düştüm. Tek başıma ne yapacağımı şaşırdım. Ödüm koptu, sırtımdan ter boşandı, elim ayağım tir tir titriyor, kimsecikler yok. Kınalı'nın hiç umurunda değil, karnını doyurmak için ot arıyor. Kafasını sallıyor, sakin sakin geziniyor. Bereket yer yumuşaktı. Bir tarafım kırılmamıştı. Üstümü başımı temizledim. Biraz kendime gelince tekrar boş küfeleri yükledim. Binmeden, geminden çeke çeke köye gübre doldurmaya gittim. Bu korkum bir iki hafta sürmüştü.
Kınalı'nın tüyleri her zaman pırıl pırıldı. Önünden samanını, yemini eksik etmiyor, düzenli veriyorduk. Her kış, yirmi kiloluk boş bir yağ tenekesinin üst kısmını kesiyor, eski bir su kovasının sapını da kulp olarak takıyor, Kınalı'ya çorba kazanı yapıyorduk. Her sabah yemek artıklarına kepek karıştırır, çorba yapar, yemesi için taşırdık ahıra. Günde üç defa da ahırına yarım küfe saman ve üzerine orta boy tasla bir tas arpa koyardık. Kış gecelerinde yem verme işini sorun ederdik. Evimiz iki katlı, üst katta oturuyoruz. Kınalı girişte samanlığın yanında kurbanlık koyun ve her yıl ikiz oğlak doğuran iyi cins maltız keçisi ile birlikte yaşıyor. Yem verme saati gelince kavgaya tutuşuyoruz. 'Uykum var, hava soğuk çok üşüyorum, dışarısı karanlık korkuyorum' gibi bahaneler üretirdik. En sonunda çözümü bulur, herkesi ikişerli sıraya koyar, annemi bu işin dışında bırakırdık.
O sene, kış çok uzun sürmüş, karlı günler bitmek bilmemişti. Yine biz kardeşler kendi aramızda 'Kınalı'ya yemi sen ver, yok bugün sıra senin' diye kavga ettiğimiz günlerden biriydi. Kınalı'yı bir ayağı şişmiş, yemini yememiş halde ayakta başını aşağı sarkıtmış durumda ilk annem görüyor. Hep birlikte başına toplandık. Ağrıyan ayağını kaldırıp kaldırıp yere vuruyordu. Konu komşu toplandı, ayak incelendi. Zehirli bir hayvan olan, as sokmuş diye karar verildi. Komşular hemen tavsiyelere başladı.
İlk önce komşularımızdan bir kadın atın başına oturup okudu üfledi. Sonra zehrin dışarıya akması için kızgın şişin ucuyla şiş olan yerler delindi ve biraz da olsa bir şeyler akıtıldı. Akıntı günlerce sürdü. Tedavi süresince Kınalı hep ayaktaydı. Yere yatırmak aklımıza gelmemişti. Üç dört ay sonra Kınalı iyileşti, ama sürekli sağlam ayağına yük bindiğinden, sağlam ayak hafif topal kaldı. Eskisi gibi koşamıyor, rahvan yürüyemiyor, dörtnala yürüyüş hiç yakışmıyor. Kınalı'nın bu durumu ailemizi çok üzmüştü. Sanki kardeşlerimizden biri topal kalmıştı, o kadar etkilenmiştik. Tarlaya giderken binmiyor, birimiz geminden çekiyor, diğerlerimiz yanında yürüyorduk. Topal haline alışmamız epey zaman aldı.
Babamın ticari işleri bozulup çift parasını ödeyemez olunca, imdadımıza atımız yetişti. Çiftimizi sürdük, harmanımızı kaldırdık, tütün dikeceğimiz tarlaları sürdük. Yani bütün işlerimizi yılmadan yaptı. Öyle bir zaman geldi ki, bu kadar iş yüklediğimiz yetmedi Kınalı'nın başına bir de at arabasını sardık. Babam yine ticaret yapma duyguları depreşip duygularına hâkim olamadığı bir gün aniden karar vermişti at arabası almaya. Bir arkadaşı, atı ihtiyarladığı için arabasını satmak istiyormuş, babama söylemiş. Babam da Gördes pazarında yük taşımacılığı yapma niyetiyle almış arabayı. Ama arabanın köye getirilmesi gerek. Yine bize yeni bir iş sahası açıldı. Arabayı köye getirmek için, iki kardeş babamla birlikte Gördes'e gittik. Atın semerini sırtından çıkardık at arabasına koyduk. Yeni koşumlarını başından geçirip boynuna yerleştirdik. Diğer bağlanacak kısımlarını da gözden geçirdikten sonra hareket ettik. Uysal Kınalı hiç bizi dinlemiyor. Geminden asılıyorum gelmiyor, dur diyorum durmuyor. Şosede giderken yol geniş, sağa sola gide gele devam ettik. Şoseden sonra, köye gelinceye kadar çok zorluk çektik. Kardeşimle ağlayıp zırladıkça babam bizi teselli ediyor. 'Kınalı arabaya alışınca rahat ederiz hem de çok para kazanacağız. Sizi Gördes pazarında araba ile gezdireceğim' diyor ama Kınalı bizi hiç dinlemiyor.
Sonunda yorgun argın, kan ter içinde akşamın karanlığında evimize vardık. Annem arabayı görünce şaşkına döndü. Yine evimizde bildik olaylar yaşanıyor. Annem, bir bu at arabası eksikti evimizde; oğlanı okula verdin, kızlar küçük. At arabasını kim kullanacak, çarşıda pazarda nasıl dolaştırılacak, biz bu işi yapamayız diyor. Ama ne dediyse dinletemedi, babam Nuh dedi, peygamber demedi. Fikrinde kararlıydı.
Ertesi gün kalktık; tarhana çorbası ve turşudan oluşan kahvaltımızı yaptıktan sonra, Kınalı'yı arabaya alıştırmak için köy sokaklarında deneme yapmaya çıktık. Kınalı araba çekmeyi bilmiyor. Gördes'ten gelirken durumu görmüştük. Herkese de seyirlik oyun çıkmış oldu. Kınalı uzun yıllar yük taşıdığı için, yolun düzgün kısmından yürümeye alışmış, o alışkanlığını değiştirmiyor. Geminden tutuyoruz kardeşimle birlikte, zar zor yolun ortasına getiriyoruz. Babam elindeki kırbaçla vurup deh der demez bir iki adım gidip hemen yana geçiyor. Tabi araba anında ters yüz oluyor. Yine tekrar biz çekiştire çekiştire ortaya getiriyoruz. Bir iki adım gider gitmez, odun taşırken yürüdüğü yere geçiyor. Oysa araba çekerken sürekli yolun ortasından gitmesi gerekiyor. O hiç bunları düşünmüyor, bildiğinden vazgeçmiyor, fırlıyor düzgün yola.
Babam bir taraftan 'gemini çekin, daha sıkı tutun, hadi bir daha çekin' diye bize emirler yağdırıyor. Komşular bir taraftan yardım etmeye çalışıyor. Ellerimiz atın gemini çeke çeke kızardı. Kınalı ikide bir üzerimize atılıyor. Sanki bizden yardım istiyor. Biz önden çektik babam arkadan 'deh çüş' diye diye çalışmalarımızı aralıklarla bir iki hafta sürdürdük. Ama nafileydi, boşu boşunaydı. Kınalı inat etti araba çekmesini bir türlü öğrenmedi. Sonunda babam usandı da çalışmayı bıraktık.
On on beş gün sonra aynı grup yani babam Hüseyin ve ben arabayı bin bir zahmetle Gördes'e kadar götürdük, aldığımız eve teslim ettik. At arabasına koyarak getirdiğimiz semerini tekrar sırtına yerleştirdik. Babam semerine, ikimiz terkisine bindik. Bu defa kestirme olan kestanelik yoluna girdik. Kestanelik yolu Kınalı'nın en iyi bildiği, en sevdiği yoldu. Dönüşte zorluk çekmedik. Aslında arabayı ilk gördüğümüzde çok sevinmiştik. Ama uzun uğraşılardan sonra biz de illallah demiş, bir an önce araba gitsin de kurtulalım diye dualar etmiştik. Annemi ve bizi bu zor durumdan yine Kınalı kurtardı.
Ama ne yazık ki biz onun son günlerinde yanında olamadık. İyice ihtiyarlamıştı. Bizim işlerimize yetişemiyordu. Genç bir at almak istiyorduk. Yakın akrabalarımızdan biri babama 'Kınalıyı bana verin, odunumu taşırım yeter' demiş. Para pul da talep etmeden semeriyle birlikte verdik. Kınalı'yı evden uğurlarken de yeni sahibine Kınalı'ya iyi bakmasını, önünden yiyeceğini eksik etmemesini tembih ettik. Ağlayarak gözyaşları içinde yolcu ettik.
Kınalı'nın son durumunu görmedik, ama görenler haberleri ulaştırmakta gecikmediler. 'Başıboş bırakmışlar çok zayıflamış' dediler. İlerleyen günlerde de üzücü haberi geldi: Kınalı ölmüştü. Çok üzülmüştük. Keşke son günlerinde yanımızda olsaydı... Ne güzeldin, ne uysaldın sen Kınalım.
YORUMLAR