Eskilerde her evde kocaman bakır kazanlar vardı. Değmemek için özen gösterdiğimiz isli kazanlar... Kazan olmadan düzen kurulmaz denir ya... Her evde kazan kaynar ama Allah bilir, nasıl kaynar?!
Bazen istenmeyen kişiden bahsederken: "Onu kaynar kazana atmalı, fokur fokur kaynatmalı! 'Aman yandım!' dedikçe altına odun atmalı!". Küçüklüğümüzden itibaren anlamını bilmeden zihnimizdeki bu ifadeler... Koca kazanların eve girer girmez avludaki sıralanan küçüklü büyüklü ters çevrilmiş manzaraları...
Bizim evde de halâ arka damda kullanılmayı bekleyen o koca kazan... Şimdilerde onu alıp bir kenara bırakmak bile bizler için olanaksız görünüyor. Düşünüyorum da büyüklerimiz ne kadar zorluklar içinde yemeklerini pişirmişler, çamaşırlarını yıkamışlar, nişastalarını hazırlamışlar. Kalabalık ailelerin kullandıkları küçük kazanları da varmış. 'Harana' denilen küçük bakır kazan. Kullanılışı ise şöyleymiş: Kazan veya harana sacayağı denilen üç bacaklı demirden oluşan bir düzeneğin üzerine oturtulurmuş. Altına meşe odunu yerleştirilir ve yakılırmış. Ocaklıklı evlerde haranada meşe odununda pişen yemeklerin tadı da bir başkaymış. Evin bahçesinde tutuşturulan odunların üstüne de sac konulur, üzerine yerleştirilen kazanlarda ise çamaşırlar yıkanır, bulgurlar kaynatılırmış. Aşure zamanında da o mis gibi aşureler pişirilir, konu komşuya dağıtılırmış.
Gördes'teki evimizin bahçesinde annemin kazanda pişirdiği aşureyi dağıtmak beni çok mutlu ederdi. Yakın komşular yardıma gelir, aşureler birlikte sohbet edilerek bereket duaları okuyarak pişirilirdi...
Şimdiki gibi düğmeye basıp sıcak suyu açıp yıkanmak da yokmuş. Çarşı veya cami çeşmesinden yağ tenekelerinden oluşturulan kovalarla taşınan suların pelit odunuyla yakılan ocakta, sacayağının üzerindeki kazanlarda ısıtılmasıyla çoluk çocuk yıkanılırmış...
Kazandaki suyu alabilmek için ise su kabağından yapılan saplı içi açılarak kullanıma hazır edilen doğal maşrapa kullanılırmış. Yaşamda, doğumdan ölüme kadar yer alan kazan ve susak (Gördes'imin su kabağından yaptığı maşrapaya verdiği isim). Doğumda kazanda ısıtılan suyla yıkanan bedenimiz, ölümümüzde de son kez yıkanır kefenlenirdi. Bizim evde dedem zamanından kalma cenaze örtüsüyle susak, Gördes'te ölen kişileri son yolculuğuna uğurlarken kullanılırdı. Yakınının kapıya gelip "Cenazemiz var, örtüleri almaya geldim" sözleriyle üzülür, "Kimlerdensiniz?” deyip öğrenmemize "Başınız sağ olsun!" sözleri eşlik ederdi.
Eskiye özlem duyuyoruz... Ama açıkcası bugün o işlerin üstesinden gelebileceğimizi de sanmıyorum. Çarşı başındaki çeşmeden taşınan suyla, küllü sularla kazanda kaynatılan çamaşırları, teknede sabunlayıp tahta tokmak ve tahtadan yapılmış çamaşır teknesinde döverek yıkayıp durulamak ne kadar da meşakkatli işlermiş!
Bizlerin geçmişe özlemi, bu zorluklar değil ama VEFA, HOŞGÖRÜ, AZ İLE YETİNME DUYGULARI... Gelecek nesillere bu güzel değerleri taşıyabilirsek ne mutlu bize. Bizler çok şanslı nesilleriz. Eski ile yeni nesil arasında gidip gelen köprü gibiyiz.
Eskiden her evde bir kazan lafı kaynatılırdı. Babam hikayeyi anlatmaya başlardı. Hikaye şöyle; durumları pek iyi olmayan bir aile varmış. Karı koca aralarında konuşuyorlar. Kadın eşine:
-Adam! Evde üç tane kazan var, birisi benim işimi görür ikisini satıp şu oğlanı eversek derim. Zamanı geldi gari!
Oğulları da konuşmayı duyuyor ve seviniyor. Aradan günler geçmesine rağmen 'kazan' lafından hiç söz açılmıyor. Oğul dayanamayıp annesine "Ana senin kazanlar ne zaman satılacak?" deyince durumu annesi anlıyor. Babasına da evlenme isteğini şu şekilde belirtiyor:
Babasının ayakkabısının tekini çiviyle içinden yere çakıyor. Ayakkabısını giymek isteyen baba çivilenen ayakkabısıyla, "Baba evlenmek istiyorum" diyen oğlunun mesajını alıyor. İşte böyle... Duygularını bile açıkça söyleyemeyen kazandan, ayakkabıdan medet uman bir nesil varmış...
Bizim evde de gençlik yıllarımızda evlilik konusu değerlendirilirken babamın "şu kazan lafını bir konuşalım" diyerek gülümseten sözleri anılarımızda...
Evlenme konusunda şöyle bir söz de işitirdik: "Daha ne düzenimiz var ne de kazanımız!" Neyse kazan ve düzen oluştuğunda, kazanlarda pişen düğün yemeklerinin tadı da bir başkaydı... Kazanlardaki keşkekler, et yemeği, çorba, nohut aşı, zeytinyağlı pırasa, üzüm hoşafı, kadayıf... Hepsi de Aşçı Ebe Ninenin o lezzetli elleriyle konuklara sunulurdu. Düğüne geç kalanlara da şöyle seslenilirdi: "Kazanlar kaynadı! Nerelerde kaldınız?" Gördes'imin o güzel bağlarından toplanılan üzümler de kazanlarda kaynatılır içine ilave edilen killi toprakla pekmez elde edilirdi. Sabahleyin her evde tarhana çorbasının arkasından içilen pekmez ağızları tatlandırırdı...
Kazanın isinin bile işe yaradığı Gördes'imde yaşadığım bir anımı hatırlıyorum: Çocukluğumda kabakulak olmuştum. Yanağımın bir tarafı şiş. Doktorumuz Gördes'imize yıllarca hizmet eden Rahmi Yemişçioğlu’na gittik. İlaçlar verdi. Evimize gelen komşumuz benim hasta olduğumu görünce "Bu böyle geçmez! Benim evdeki kazanın karasından dua ederek sürelim" diyerek yanağımın şişliğine kapkara sürülen is karasıyla aynadaki halim beni iyice üzmüştü. Kazanın karasıyla, dua ve ilaçların birleşimiyle kısa sürede iyileşmiştim.
O yıllarda "Kazı Kazan"lar da yoktu. Toprağı kazarak üreterek 'kazanmak' vardı... "Emeksiz yemek olmaz" denirdi ve de küçük, büyük herkesin kaynayan kazanlarda bir emeği vardı... Alınteriyle, o kaynayan kazanlarda pişen yemeklerin de lezzetine doyum olmazdı.
Gördes'min o güzel insanlarını saygı ve rahmetle anıyorum... Yaşamdaki o zorlukları yaşayan anneme ve tüm güzel insanlara sevgilerimi ve saygılarımı sunuyorum...
YORUMLAR