(Eski Gördes'te Yaşanmış Gerçek Bir Hikaye)
Hummalı çalışmalardan, toprağa karışan mübarek ter damlalarından sonra kağnıların tekerlek gıcırtılarıyla beraber yaz mevsimi uğurlandı. Yaz, bereketiyle gelmiş bol ürün alınmıştı. Çekilen sıkıntılar, yorgunluklar, harman yerindeki türküler, ulaşılamayan umutlar bir sonraki baharın sıcacık kollarıyla buluşmak üzere göçmen kuşlarla gidiverdi sanki.
Bir yılın nafakasını kazanmanın huzuru insanların yüzünden okunuyordu. Her mahallede, kadınlar bir araya gelmiş adet olduğu üzere katmerler, bükmeler yapılıp dağıtılmıştı. Uzunçam’dan , Divan Mahallesi’nden gelen çocuklar bayram sevincinin provasını yapıyor gibiydiler. Şimdilerde hasretlik çektiğimiz “bereketin kokusuna” doyarak, kanarak hayırlardan nasipleniyorlardı. Hem hayır sahipleri hem de çocuklar ileride anılacak ve satırlarda yerini bulacak “bitmeyen bir hikâyenin” rolünü oynuyorlardı.
Günler kısalmaya, tabiat kış mevsimini karşılamaya hazırlanıyor, sarının her tonunu “Tahta Köprü”den seyretmek insana tarif edilmez bir haz veriyordu. Erikler, bademler, üzüm bağları gelecek bahara kadar sürecek ayrılığa gönülsüzce veda ediyordu..
Tarhanalar, bulgurlar, yufkalar, pekmez ve turşular çoktan hazırlanmış, keyifle yenecek zamanı bekliyorlardı. O da uzun sürmedi. Kuzeyden gelen sert rüzgarlar Gördes’in sokaklarında başına buyruk dolaşıyor, insanın yüzünü yalayıp geçerken adeta yakıyor, kış mevsiminin o, bildik gelinliğini davet ediyordu.
Alim Efendi, taş döşemeli dar yolun başındaki Dedebaşı’nı gören iki katlı mütevazı evinde eşiyle beraber yaşıyordu. O, sokağın hatta mahallenin köşe taşıydı. Çocuklarını baş-göz etmiş, ununu eleyip eleğini duvara asmıştı.
Sabah erken kalkar, namazını camide kılar, bereket dualarıyla dükkanını açardı. Dükkânı erken açmak adettendi, aksi olursa ayıplanırdı. Her gün onlarca insanla muhatap olur, onlarla dertleşir, tavsiyelerde bulunur bir taraftan da günlük maişetini kazanır, kendisini hep şükür makamında görürdü.
Gördes’in beyazlara büründüğü günü, her mahalle ve çeşme başını gün görmüş bilge ihtiyarlar gibi bekleyen ulu çınarlar bile kar tanelerini yük olarak görmüyor, beyazla bezenmiş dallarını aşağıya eğip güzelliği tamamlıyordu. Güneş, yeni günü selamlamak üzere Kepez’den aştığında yem arama telaşındaki kuşlar da yuvalarına dönüyordu.
Ortalıktan el-ayak çekilmeye başlarken, Alim Efendi, kasasından günlük hasılatını aldı, şükür ve dualarla dükkânının kapısını kilitledi. Yerde biriken karda kaymamak için adımlarını dikkatli atıyor, dudaklarıyla da Pazar Cami’sinde müezzinin okuduğu akşam ezanına eşlik ediyordu. Bu, onun için büyük bir zevkti.
Evinin avlu kapısının tokmağını çevirdiğinde her zamanki gibi eşi hemen kapıya çıktı. Hafize Hanım, tahta merdivenlerden ağır ağır çıkan eşinin yüzüne bakarken yine huzur doldu. Alim Efendi’nin ayakkabılarını temizledi, kaldırdı. ”Hoş geldin bey” dedi ve sonra odaya geçtiler. Küçük pencereli odalarının iki tarafında sedir, orta kısmında soba yanında ise dede yadigârı mangalı vardı.
Hafize Hanım işlemelerine bakmaktan zevk aldığı yemek sinisini getirdiğinde, Alim Efendi tesbihatını bitirmişti. İçtiği sıcak çorba, günün yorgunluğunu unutturmuştu. Yemekten sonra mangalının başına geçti. Cezvesi, kahvesi ve çini işlemeli, ağzı geniş fincanı da oradaydı. Bütün közleri maşa ile mangalın orta kısmına yığdı, üst kısmını düzeltip cezvesini yerleştirdi. Hafize Hanım, eşini seyrediyor, anlatacağı konu için zaman kolluyordu. Alim Efendi’nin bağdaş kurup oturduğu, cezvesindeki tıkırtılara kulak kabartmaya başladığı sırada “Komşumuz Hayriye Hanımların bacası iki gündür tütmüyor bey. Avlularında da yakacak hiçbir şeyleri yok.” dedi. Nasıl gözden kaçırmıştı bunu Alim Efendi...
Komşuluğu ve komşu hakkını lâyıkıyla bilenlerdendi. Kaşları çatıldı, yüreği hızla çarpmaya başladı. Hanımına baktı; yine yeşilin tonlarının hakim olduğu iğne oyalı yaşmağı vardı başında. Bu yaşmak kayınvalidesinin gelinine hediyesiydi. Yüreğinden kopup gelen sesleri birleştirmekte zorlanıyor, yutkunuyor, dili düğümleniyordu. Sedire yavaşça ilişen eşi onu izliyordu.
Alim Efendi’nin yaptığı iç muhasebede belli ki fırtınalar kopuyordu. Cezvesinde kaynamakta olan kahvesi değil yüreği idi. Daha iyi kaynamalıydı. Cezvenin sapını, sıcaklığına aldırmadan eliyle tuttu, daha iyi yerleştirdi korların içine. ”Kayna, kayna, kayna!” dedi içinden. Oysa, korların içerisinde yanan yüreği idi. Gözleri buğulandı. Bir süre sonra cezveyi yavaş yavaş kenara çekti, fırtına dinmişti... Başını kaldırdı ; “Hanım, hata ettik, gerekeni yaparım.” dedi. Alim Efendi , kahvesini hanımıyla birlikte içti. Yürek ateşiyle pişen kahvenin tadı da bir başkaydı.
Vakit ilerleyince Alim Efendi, avlu kapısından sessizce çıktı. Her taraf buz kesiyor, rüzgara yenik düşmek istemeyen sokak kandilinin alevi bir o yana bir bu yana gidip geliyordu. Ayaklarının ucuna basa basa dost kapılarına gitti. Sonra sokakta belli belirsiz gölgeler görüldü ve bu gölgeler gecenin karanlığında kaybolup gitti.
Eve döndüğünde Hafize Hanım uyumuştu. O da, yaptığı hatayı düzeltmenin huzuruyla yattı.
Komşu Hayriye Hanım sabah avlu kapısında odunları görünce hasta eşine müjdeyi verdi. Eşi, “Bizi unutmamışlar…” dedi. Ne bir ses duymuşlardı ne de bir insan görmüşlerdi. Dostların ayak izlerine ise sabaha karşı yağmaya başlayan kar örtü oluvermişti.
Hafize Hanım, kahvaltı sofrasında “Efendi, komşumuzun bacası tütüyor artık.” dedi. Alim Efendi, önce eşinin bahar yazmalı yüzüne, sonra da komşusunun çatısına baktı.
“Hanım, bundan sonra hep tütecek.” dedi.
Alim Efendi, merdivenlerden her zamanki gibi ağır ağır inip dükkânının yolunu tuttu.
YORUMLAR