Bağdat'ın tam merkezinde, zafer abidelerinin yanındaki görkemli büyük binanın avizeli salonunda, kırktan fazla Müslüman ülkeden davet edilmiş altı yüze yakın ilim, fikir ve devlet adamlarının karşısında Irak Cumhurbaşkanı Saddam Hüseyin, askeri üniformasıyla kürsüde konuşuyordu. Arkasında, iki generali ayakta, muhafızı olarak duruyordu. Günlerden 17 Haziran 1990'Körfez krizinin başlamasına daha bir buçuk ay var. O gün dört saat konuşan Saddam Hüseyin misafirlerine, bir gün evvel ABD'de Yahudi Lobisi'nin aldığı kararları açıklıyordu:
'İran-Irak Savaşı'nın ardından Ortadoğu'da denge İsrail'in aleyhine bozulmuştur. Irak'ın ordusu dokuz yıl süren büyük bir savaş tecrübesi kazanmıştır. Ayrıca Irak Ordusu, diğer ülkelerin desteğiyle modern silah ve teçhizata kavuşmuştur. Füzeler, kimyasal silahlar bakımından büyük bir güce sahiptir. Atom bombası yapmanın arefesindedir. Uzun menzilli füze rampalarının hazırlığı içindedir. Bu güç İsrail'e karşı büyük bir tehdit oluşturmaktadır. Ne pahasına olursa olsun bu güç ezilmelidir ve Irak' a karşı bütün Batılı ülkeler tarafından silah ambargosu uygulanmalıdır.'
Saddam Hüseyin, ABD'deki Yahudi Lobisi'nin son kararlarını açıkladıktan sonra daha o gün gelecek tehlikeye işaret ediyor ve diyordu ki; ' Bize fiilen ambargo konulmuştur. Üzerimizde çok yönlü bir plan uygulanmaktadır. Burada Irak hedef alınmış gibi görünse de; gerçekte maksat bütün İslâm Âlemi'ni ezmektir. Onun için biz bu konferansımıza slogan olarak; 'Düşmana karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet hazırlayın.' anlamındaki Ayet-i Kerime'yi seçtik.'
Tam 99 gün sonra, 23 Eylül 1990. Yine Bağdat ancak bu defa sarayın sade döşenmiş bir salonunda, Saddam Hüseyin dinç görünümlü dinamik yapısıyla misafirlerini karşılıyor, ancak bu defa kısa konuşuyor; 'Üzerimizde uygulanan planların dayanılmaz noktaya gelmesi dolayısıyla kendi tercihimizle değil, mecbur kaldığımız için bu adımı attık.' diyordu. Bu mecburiyet karşısında Saddam dönüşü olmayan bir maceraya atılmış ve Kuveyt, 2 Ağustos 1990 tarihinde Irak kuvvetleri tarafından işgal edilmişti.
Nihayet Batılıların dolduruşuyla Irak'ın Kuveyt'i işgal etmesi ile başlayan süreç, Batılılara bekledikleri fırsatı fazlasıyla verdi. 17 Ocak 1991 tarihinden itibaren ABD ve müttefik kuvvetlerin Irak'a saldırısıyla bu güne kadar devam eden 'Körfez Krizi' başlamıştır.
Körfez krizi, II. Dünya Savaşı'ndan sonra dünyanın en mühim olayı olmuş, bütün dünyayı ayağa kaldırmıştı. Peki, bu aşamaya nasıl gelinmişti?
Yıl 1952. Almanya'nın harpten çıkmış yıkık Aachen kentinin ilk tamir edilen, en lüks, en muhteşem binasında bir konferans yapılıyordu. Şehrin valisi, Başpiskoposu, profesörler, ileri gelen iş adamları ve yazarlardan müteşekkil seçkin bir topluluk bu konferansa davet edilmişlerdi. ESSO Şirketi Genel Müdürü Dr. Müller açış konuşmasını yaparken; 'Sizleri her ne kadar 'Bugünkü Arabistan' konulu bir konferansa davet ettimse de, toplantının asıl maksadı şudur; Suudi Arabistan'ın yeni petrol bölgesi Damman'dan geliyorum. Amerikalılarla beraber dünyanın en zengin petrol kaynaklarını bulduk, bu muazzam servetin Batılıların yararına kullanılmasını nasıl temin edebileceğimizin istişarelerini yapmak istiyoruz.'
Suudi Arabistan'da dünyanın en zengin petrol yatakları bulunmuş ve ilk üretim başlamıştı. Buradaki rezervler dünya toplam petrol rezervinin yüzde yirmisine denk büyük rezervlerdi. Batı bu rezervlerin kendi yararına kullanılmasını istiyordu.
İşte Batı, Körfez petrolüne ilk günden beri bu gözle bakmıştır. Bu petrolü kendi kontrolünde tutmaya herşeyden fazla önem vermiştir.
Nitekim 1973 yılında, İsrail'in bölgesindeki devletlere, haksız tecavüzü üzerine Suudi kralı Faysal haklı olarak Batı ülkelerine sattığı petrolün fiyatını bir tepki olarak attırınca, Batılılar da derhal bir araya gelerek meşhur 'Enerji Ajansı'nı kurdular. Bundan bir müddet sonra, Batı'nın müttefiki, İran'daki Şah'ın devrilmesini müteakip oluşan yeni yönetim Batı denetiminde olmadığı için Amerika, Körfez'deki petrolden yine endişelenmeye başladı ve 'Çevik Kuvvet' hazırladı, bu kuvvetin her an Körfez'e müdahale edebilmesi için Türkiye'deki üsleri kullanma talebinde bulundu.
Takvimlerin 2003 yılının Mart ayını gösterdiği, savaş tamtamlarının iyiden iyiye yakınlaştığı günlerde Türkiye, Amerika'ya hayır diyemezken, Irak'ı da büsbütün gözden çıkaramıyordu. Olay her ne kadar Bush- Saddam çatışması gibi görünse de, savaş çıkarsa bombalar sadece Saddam'ın tepesinde patlamayacak, Irak halkının da üzerine yağacaktı. On binlerce, belki yüzbinlerce masum insan hayatını kaybedecekti. Böyle bir felâkete ortak olmak kolay mıydı? Ancak, Irak Başbakan Yardımcısı Tarık Aziz'in 'Amerikan askerleri nereden gelirlerse orayı vuracaklarını' açıklamasından sonra Türkiye, muhtemel bir savaşa ve saldırıya karşı daha ciddi şekilde hazırlanmaya başladı. Savaş karşıtlarının en büyük güvencesi, ' Savaşa karşı blok halinde bir Avrupa' ydı. Fakat o blokta çatladı ve sekiz Avrupa ülkesi Amerika'yı, yani savaşı desteklediklerini açıkladı. Artık ABD'nin Irak harekâtını başlatması için hiçbir engel kalmamıştı. Başkan Bush'un düğmeye basmasıyla birlikte Bağdat'ın üzerine bombalar yağmaya başladı.
Batılılar tarafından devamlı pofpoflanan, kendi halkına karşı baskı ve zulmün her türlüsünü uygulayan ve en acımasız silahları kullanan, nihayet komşusu Kuveyt'i işgal eden, ordusuna çok güvenen ve dünyaya meydan okuyan Saddam ve Irak halkı için zulüm, işkence ve ölüm dolu günler ve yıllarca sönmeyecek bir yangın başlamıştı.
Yararlanılan kaynaklar:
1-Körfez Krizi, Emperyalizm ve Petrol, Prof. Dr. N. Erbakan
2-Yüreğimizdeki Hasret; Kerkük, S.Y Cebeci
YORUMLAR