1973 yılı. Tabiatın iyice sararıp solduğu, ağaçların kuruyan yapraklarını döktüğü ve tatlı yaz esintileriyle birlikte, soğuk kış rüzgârlarının da esmeye başladığı sonbahar günlerini yaşıyor Gördes.
Sararan solan tabiata inat bir canlılık var Gördes insanında; heyecan dorukta.
Gördes'e televizyon gelmiş. O güne kadar sadece İzmir Fuarı'nın dev stantlarında ve büyük şehirlerin vitrinlerinde gördüğümüz televizyon, nihayet ilçemize de gelmişti. Gördes çarşı merkezinde bulunan iki büyük kıraathane; Kocakahve (Bugünkü Güneş Eczanesi'nin ve Vet.Uygar Yabaş'ın bulunduğu geniş mekân) ve Adalet Partisi Kahvesi (Kocakahve'nin hemen arkasındaki bugünkü pide salonunun bulunduğu mekân)birer büyük televizyon alıp en yüksek yerlere yerleştirmişlerdi. Her gece, bu iki kahvenin önünde uzun kuyruklar oluşuyor, içerisi tıklım tıklım doluyordu. Sanki sinema salonuna girer gibi.
Kapıda büyükçe bir kartona büyük harflerle yazılmış bir afiş; 18 yaşından küçükler giremez. Henüz 14 yaşında gençliğe adım atmaya hazırlanan bir çocuğum. Büyükler şanslı, rahatça girip televizyonun karşısında yerlerini alabiliyorlar, ama ya küçükler! Onlar da biçare sıralanmışlar kahvehanelerin büyük pencerelerinin önlerine zaman zaman kovulmalarına ve iliklerini donduran ayaza rağmen ağızlarından duman çıka çıka ve titreye titreye bu heyecandan nasiplerini almaya çalışıyorlar. Sadece kahve pencerelerinden mi? Müsellimlerin köşedeki mağazası (şimdiki Gördes Eczanesi'nin olduğu mekân) ve Güngör Erdem'in Havuzlu Çarşı'ya uzanan ara sokaktaki mağazasının vitrinlerinde de birer ikişer televizyon boy göstermişti. Güngör Erdem'in vitrini daha kuytu bir yerde bulunduğundan fazla rağbet görüyor. Sadece çocuklar değil, büyükler bile saatlerce vitrin önünde bekleyip televizyon gıdalarını iyice almadan ayrılmıyorlar.
O günlere kadar müşteri kaygısı yaşamamış sinema salonları seslerini sonuna kadar açmış, Şehir Sineması aşağıdan, Yıldız Sineması yukarıdan çınlatıyor Gördes'i. Ama aldırış eden yok. E, sinema ne ki! Artık ilçeye televizyon gelmiş. Kahveciler de, sinemacılarla yarışırcasına açmışlar televizyonlarının seslerini sonuna dek. 50. Yıl Marşı çınlatıyor her yanı; 'Müjdeler var yurdumun toprağına taşına, Erdi Cumhuriyetim elli şeref yaşına''
Ve nihayet 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı. Kartallarımız Kıbrıs semalarında. Paraşütlerle süzülerek iniyor Mehmetçiklerimiz yavru vatan Kıbrıs'a. Rum Eokacıları kaçacak delik arıyor, çil yavrusu gibi dağılıyorlar. Gemilerimiz Girne'de. Tanklarımız Lefkoşe'ye doğru ilerliyor. Bir destan yazılıyor Beşparmak Dağları'nda ve Magosa, Gazi Magosa oluyor. Arada Karaoğlan Ecevit beliriyor ekranlarda, sol gözünü kırpa kırpa bir şeyler söylüyor. Sonra Hasan Mutlucan şahlandırıyor kolbaşının kır atını. Marşlar, türküler ve yine Ellinci Yıl Marşı; heyecan dorukta. Artık biz de girebiliyoruz kahvehanenin içine. Sıcacık çayımızı yudumlayarak televizyon izlemek ne büyük zevk, hem de kahramanlarımızı, marşlarımızı, türkülerimizi. Böyle başlıyor bizde televizyon aşkı; millî ve manevî bir atmosfer içinde. Hep bunu arıyoruz sonraki dönemlerde. Şehir Sineması ve Yıldız Sineması seyirci bekliyor. Ama asıl film burada, sihirli kutuda; tek kanal da olsa, siyah beyaz da olsa. Araya reklamlar giriyor, bütün gözler yine onda. Bazen kısa da olsa müzik programı; Klâsik Batı Müziği. Oflamalar, puflamalar. Neyse ki, uzun sürmüyor. Yine haberler, reklamlar ve Amerikan dizileri; Kaçak, Küçük Ev, Uzay Yolu ve Bonanza' Hele salı akşamları, haberlerden sonra yayınlanan eski Yeşilçam filmleri, öyle dört gözle bekleniyor ki.
Zamanla evlere de girmeye başladı televizyon. Tabi ki, öncelikle hali vakti yerinde olan aileler aldı onu evlerine ve başköşelerine koydu. Bu aileler, parmakla gösterilir oldu. Öyle televizyon almak, her yiğidin harcı değil, büyük hesaplar yapmak, yüklü senetlere imza atmak zorundasınız. Her mahallede bir televizyon. Bazı insanlar, kahvehane köşelerinde geç vakitlere kadar oturma zahmetinden kurtuldular. Hem artık çay, kahve parası da ödemiyorlardı. Hepsi de hane sahibinden. Daha akşam yemeğini yiyemeden çat kapı; 'Komşu biz geldik!' 'Hoşgeldiniz! Şöyle buyurun. Ne içersiniz; çay mı kahve mi?' Televizyon sahipleri de anlayışlı, en geniş salonlarına en yüksek yerlere yerleştirmişler televizyonlarını; herkes rahatça izleyebilsin diye. Evler dolup taşıyor, ama çıt yok, herkes pür dikkat Amerikan dizilerini izliyor. Ev sahibi, çay kahve pişirmekten pek izleyemiyor ama olsun; çünkü televizyonlu olmak bir ayrıcalık. Derken iş, yavaş yavaş değişiyor. Televizyonlu evler ışıklarını karartmaya, kapılarını da kapatmaya başlıyor. Ziller çalmıyor, tokmaklar duyulmuyor. 'Yeter be! Komşular çok seyretti, biraz da biz seyredelim.' 'Çay kahve pişire pişire bir hâl oldum.' Nihayet, mahallelerde televizyonlu ev sayısı artmaya başlıyor. İnsanlar, yemiyor içmiyor televizyon alıyor. Herkes çatılarda. Devasa antenler, yükselticiler, regülatörler ve metrelerce kablolar. ' Nasıl? Düzeldi mi?'' 'Ses geldi mi? İyi mi?'' ' Karlama yapıyor mu?'' sesleri sokaklarda yankılanıyor. Tek kanal; TRT ve siyah beyaz. Akşam 19.00 da Açılış, gece 23.00'te Güne Bakış ve Kapanış. Herkes mutlaka İstiklâl Marşı'nı bekler ve bayrağı göndere çekerek gönül rahatlığıyla gider yatağına uzanır. Tabii yarın ki programların hayaliyle. Konuşulan tek konu televizyon.
Aradan birkaç yıl geçiyor. Seyirci yavaş yavaş bilinçlenmeye ve sorgulamaya başlıyor;
' Amerikan dizileri bıktırdı.' 'Hani ya bizim filmcilerimiz? Niçin yerli dizi çekilmiyor?' 'Nedir bu batı müziği? Yeter artık kendi müziğimizi duymak istiyoruz.''
Ramazan Özel Eğlence Programları, Bayram Özel Eğlence Programları, Yılbaşı Programları yayınlanmaya başlıyor ve seyirci millî müziğimize doyuyor. Ama sadece o günlere mahsus. Sonraki günlerde, yine aynı hamam aynı tas. Mozart'tan, Beethoven'den, Frederik Hendel'den klâsik batı müziği ve gençler için pop müzik. Sızlanmalar devam ediyor; 'Yeter artık! Yerli dizi! Yerli müzik!' ' Biz sanat müziğimizi, halk müziğimizi dinlemek istiyoruz.''
'Ben Orhan Abi'yi, ben Ferdi Tayfur'u dinlemek istiyorum.' diyenler dahi var. 'Yok, kardeşim onlar yasak, Onlar Arabesk söylüyor, Arap müziği, meyhane müziği.' 'İyi de TRT'nin koydukları ne? Batı müziği, pop müziği! Arabesk'in en azından sözleri Türkçe!' Bir tartışmadır gidiyor. Yeşilçam bunu hemen değerlendiriyor. Ferdi Tayfur'lu, Orhan Gencebay'lı filmler peş peşe çekiliyor. 'Huzurum Kalmadı', 'Batsın Bu Dünya', 'Hatasız Kul Olmaz', 'Çeşme'. Arabesk kokan rengarenk afişler her tarafı süslüyor. Sinema tekrar fark atmaya başlıyor. Televizyon bir türlü kimliğini bulamıyor. Bu arada seks filmleri furyası da başlıyor, televizyon köşelerde unutuluyor. Kemal Sunal, Zeki-Metin, Hababam filmleri ile sinema fark atmaya devam ediyor.
Tartışma büyüyor; Millî Sinema, Millî Televizyon. İktidarlar güya millî ama TRT bir türlü millîleşemiyor. Aynı kadro ve milletten kopuk anlayışıyla yoluna devam ediyor. Arada bir yıldız gibi parlayan ve sönen yapımlar görülüyor; Denizin Kanı, Kuruluş, Kurtuluş, Hacı Arif Bey ve Küçük Ağa ama arkası gelmiyor. Vatandaş bir türlü aradığını bulamıyor'
Derken 1980'li yıllar. TRT'ye rakip özel kanallar çıkıyor sahneye. Önce Star; Magic Box (Sihirli Kutu) adıyla boy gösteriyor ekranlarda. Ardından Show, Flash, Atv, Kanal 7. Fakat hiçbirisinde aradığını bulamıyor insanlar. Millî Sinema, Millî Televizyon bir türlü gerçekleşmiyor. Derken 1980'li yılların sonlarında ikinci bir heyecan dalgası sarıyor Gördes'i; TGRT heyecanı. ( O yıllarda İlçemizde Tgrt Heyecanı başlıklı uzun bir yazı yazmıştım Gazetemiz Gördes'teki köşemde.) Anavatan iktidarıyla birlikte iyi bir çıkış yakalayan Türkiye Gazetesi, Türkiye'nin bir numaralı gazetesi olmuş ve şimdi de Radyo ve Televizyonunu kurmuştu. Su Deposunda bir hareketlenme, gidip gelmeler, denemeler.. Nihayet TGRT Gördes'te de yayınına başlıyor; TGRT-Huzur TV adıyla. İlgi büyük, heyecan dorukta. Artık beklediği millî bir TV kanalına kavuşmuştu Gördes. Herkes TGRT'den ve Huzur TV'den bahsediyor; Evliya filmleri, ilahiler, kasideler, sohbetler' İyi tamam da, hani bizim sanat müziğimiz, halk müziğimiz? Diziler biraz daha arttırılıp daha geniş halk kitlelerine ulaşılamaz mı? Yok hayır, Huzur TV'den bu kadar huzur yeter. Daha fazlasını istemeyin. Bir gün 23 Nisan Caddesi'nden çarşıya giren noktada rahmetli Hacı Muammer Osmanağaoğlu ile karşılaştık. Yanımda iki öğretmen arkadaş ta var. Muammer Amca, ilçemizin sevilen, sayılan simalarından. Türkiye Gazetesi'nin ve TGRT'nin hissedarlarından ve kurucularından. Allah rahmet eylesin. Her zamanki şıklığı ve zarafetiyle karşımıza çıkınca çok sevinmiştim.
- Hoş geldin Hacı Amca! Dedim.
- Hoşbulduk yeğenim! Dedi müşfik haliyle.
Ayaküstü biraz konuştuk. TGRT' nin kuruluşundan duyduğumuz sevinci ve ilçemizdeki heyecanı anlattık. Çok sevindi. İsteklerimizi sıraladık. Hep ' Olacak, olacak' diye cevapladı gülümseyen yüzüyle. Son olarak;
- Hacı Amca! Şu müzik programlarını da biraz zenginleştirsek. Diğer kanallar malûm; hep pop, hep batı müziği. TGRT' de millî müziklerimizi yayınlasa.
- Nasıl yani?
- Meselâ Sanat Müziğimizi, Halk Müziğimizi'
Rahmetlinin kaşları birden çatıldı. Bastonunu yere vurarak o müşfik haliyle konuştu:
- Yooo! Bizim televizyonumuz Huzur veren televizyon. Bizim kanalımızda şarkı, türkü olmaz.
- Ama Hacı Amca. Her müzik insanı oynatmaz. Hislerimize, duygularımıza tercüman olan şarkı ve türkülerimiz var.
- Yoo, hayır, bizim kanalımızda bunlar olmaz olamaz.
- En azından Halk ozanlarımızı çıkarsanız!
- Bizim kanalımız huzur verir, sadece ilahi ve kaside başka bir şey olmaz olamaz, diyerek uzaklaştı rahmetli.
Aradan yıllar geçti. TGRT'ye sarışınlar hâkim olmaya başladı. Seda'ları yankılandı, Sayan'ları bile olmadı. Müzik programları bizim istediklerimizle de kalmadı. Arabesk'in, meyhane müziğinin her çeşidi çalmaya başladı Huzur TV ekranlarında. Bir süre Huzur TV ile idare ettik. Ama aradığımızı yine bulamamıştık. 5-6 yıl önceki heyecanımız tamamen yok olmuştu. Yeni bir kanal, yeni bir heyecan beklemeye başlamıştık.
Nihayet 90'lı yılların başları. Yeni bir heyecan fırtınası esmeye başladı. O yıllarda iyi bir çıkış yapıp bir milyon tiraja ulaşan Zaman Gazetesi de bir TV kanalı kurmuştu. Su deposunda yine hararetli çalışmalar başlamış, birkaç gün içinde yansıtıcılar kurulmuş, test yayınlarına başlanmıştı. İşte beklediğimiz hem dinî, hem de millî kanal ufukta görünmüştü. Üçüncü bir heyecan yaşanıyordu ilçemizde; Samanyolu TV yayına başlamıştı. Siz müzik mi istiyorsunuz alın size müzik; 'Haramîlerin saltanatını yıkacağız, Bekle bizi İstanbul.' Edip Akbayram yanık sesiyle öyle güzel seslendiriyordu ki bu şarkıyı mest olmamak elde değil. O bitince şu anda adını hatırlayamadığım o yılların sevilen sanatçılarından birinin söylediği; 'Beni köyümün yağmurlarında yıkasınlar, yıkasınlar..' İkisi de birbirinden güzel iki şarkı ama üçüncüsü yok. Biri bitince öbürü başlıyor. Uzun süre böyle iki şarkıyla idare ettik ve bu şarkıları iyice ezberledik. Nihayet normal yayın başladı. Müzikler birden kalktı. Yerini fantastik diziler aldı. Müzik yok, sadece dinî sohbet, dizi ve haber programları. Yavaş yavaş onun da heyecanı kaybolmaya başladı ve derken ortalık kanal tarlasına dönüşüverdi. İşin ne zevki ne de heyecanı kaldı.
Aradan yıllar geçti. Hâlâ merak ederim; Kimdi bu haramîler? Saltanatları yıkılmış mıydı?
*BENGÜTÜRK TV kurulduğunda da ilçemizde büyük bir heyecana sebep olduğunu biliyorum. Ancak BENGÜTÜRK TV Gördes'te yayına başladığında ben Gördes'te olmadığımdan onu yazıma almadım. BENGÜTÜRK TV izleyicileri yanlış anlamasınlar.
YORUMLAR