Çocukluğumda, dağdaki evimizde şimşir ağacından elde yapılmış tahta kaşıklar kullanırdık. Bu kocaman tahta kaşıklar küçücük ağzımıza sığmaz, yemekler özellikle de ayran sürekli yere dökülürdü. Hatta bağdaş kurup oturduğumuz için bacaklarımızın üzerine dökülürdü. Annem “Önünüzden yiyin, dökmeden yiyin!” diye durmadan tembih ederdi. Ama ne kadar dikkat edersek edelim yine de dökülmesine engel olamazdık.
Küçük kardeşim üç, ben altı ve ağabeyim de dokuz yaşındayken üçümüzü birlikte sünnet ettirmişlerdi. Ağabeyim hiç ağlamamış, ben dudaklarımı ısırarak sessizce ağlamış, henüz karizma derdinde olmayan küçük kardeşim ise bağıra çağıra ağlamıştı.
Sünnet merasimine gelen davetlilerden birisi okuntu (hediye) olarak metal bir yemek kaşığı getirmişti. O yıllarda paslanmaz (Rostfrei) yemek takımları pek yaygın olmadığından olacak, misafirin getirdiği kaşık kalaylanmış bir bakır kaşıktı. O zamanlar biz Alüminyum, Bakır ve Paslanmaz Krom gibi detayları bilmediğimizden ona kısaca “Demir Kaşık” diyorduk. Üstelik oldukça pahalıydı demek ki adam sadece bir tane getirebilmişti. Bu, evimize giren ilk metal kaşıktı. Çatal ve yemek bıçağının ise, henüz varlığından bile haberimiz yoktu.
Demir kaşık tam ağzımıza göreydi. Onunla yemekleri büyük bir zevkle ve hiç dökmeden yiyebiliyorduk. Ama güzel olan şeylerin seveni de çok oluyordu. Genellikle sofraya ilk önce oturan demir kaşığı kapardı. Ama bazen de üç tıfıl erkek kardeş “Demir kaşıkla ben yiyeceğim!" "Hayır, dün sen yemiştin, bugün sıra bende!” diye kavga ederdik. Genellikle kazanan ben olurdum.
Ama bir keresinde bu kavga uzadıkça uzamıştı. Yemek yarıya gelmiş, biz hala hangi kaşıkla yiyeceğimize karar verememiştik. İş inada binmişti. Yemekte bir şamatadır gidiyordu. Babamız ise çiftten çubuktan gelmiş ve yorgundu. Bir an önce yemeğini bitirip yerli ocağın karşısında şekerleme aşamasına geçmek istiyordu. Aslında bize pek kötü davranmazdı. Ama o gün şamatamıza dayanamamış, sinirle demir kaşığı kaptığı gibi ortasından ikiye katladıktan sonra avluya fırlatmıştı.
Diğer kardeşlerim tahta kaşıklarını alıp yemeğe devam etmişlerdi. Ama ben yemiyordum. Küsmüştüm. “Demir kaşığımı getirmezseniz yemek yemiycem işte!” diye ısrar ediyordum. Eğer beni görmezden veya duymazdan gelirlerse biraz daha sesli ağlayarak dikkatlerini çekmeye çalışıyordum. Herkes yemeğini bitirmiş sofradan bile kalkmıştı. Annemin ve ablalarımın bütün yalvarmaları da işe yaramamıştı. Demir kaşığım geri gelmezse o gece aç yatmaya kararlıydım. Sonunda babam ağlamalarıma dayanamamış, avluda bir taşın üstünde demir kaşığın sapını keserle doğrultup getirmiş ve yemeğimi ondan sonra yemiştim. Üstelik, bir daha kaşığıma dokunan olmamıştı.
Şimdi evlerimizde on ikişer kişilik çatal, kaşık, bıçak takımlarımız var. Hem de en kalitelisinden. Ama ne annemiz ne de babamız var. Tahta kaşıklar gibi onlar da terk-i diyar edip gittiler. Sevdiklerinizle birlikte, ağız tadıyla geçireceğiniz nice mutlu ve huzurlu günleriniz olsun.
YORUMLAR