BÜYÜK BUDİST MABEDİNE GİDİŞ
Kızıl’da gece 00.30 gibi Ötüken oteline indiğimiz dikkate alınırsa, sabah 08.30’da uyanmamız da normal. 15 dakikada hazırlanıp otel lokantasına indik. Çok hızlı kahvaltı olsun diye uyarı var. Bir tas şekersiz sütlaş, çay ve karpuz. Çok şükür.
Otelin tam karşısındaki iki katlı bina SSCB zamanında KGB binası imiş. Şehrin içindeki geniş, bol ağaçlı caddelerden otobüsümüz ilerliyor. Rehberimiz Bahadır bey bilgi veriyor: “Şimdi Tuvalı Sergey Şoygu’nun okuduğu ilkokulun önünden geçiyoruz.” Şehir merkezi düzenli ama büyük değil. Şovgu memleketine (Kızıl’a) bir askerî lise açtırmış. Bir de uzaktan bile haşmetli görünen -yaklaşık bir milyon dolara mal olduğu söylenen- Budist mabedi yaptırmış. Mabed ile Askerî lise birbirini görecek kadar yakın, karşı karşıya. Mabede yaklaşırken karşımıza birden dev gibi bir Ortodoks Katedrali çıkıveriyor. Halbuki burada Hristiyan yok denecek kadar az. Amaç, burayı Hristiyanlaştırmak diyor arkadaşlar. Tek tük Hristiyan olanlar da varmış.
DEVASA BUDİST MABEDİ
Akdovrak’ta yemek yediğimiz lokantanın karşısında da bahçeli bir Budist mabedi görmüştük. Bu ise onunla mukayese edilemeyecek kadar büyük. Mabedin bahçesinde birkaç noktada üstü kırmızı bir çatı ile örtülü, üstte demir çatıya altta yere bağlanmış demir kirişlerin ortasından geçirilmiş dikey birer mil ile bağlı, yan yana 7+7 (toplam 14 adet), kolayca döndürülebilen kırmızı silindirler görüyoruz. Üzerinde sarı renkte Tibet alfabesi ile yazılmış dualar yer alıyor. Bunları “döndürerek yürümek” ibadet imiş. İlginçtir; bu Budist mabedinin yapımında Müslüman Tacik ve Kırgız işçiler çalışmışlar. Yan taraftaki bir kapıdan içeriye giriyoruz. Koridorlarda ayakkabılarımızla (galoş yok) yürüyoruz. Hediyelik satan görevliler var. Çıkarken bazı arkadaşlar hatıra bir şeyler satın alıyorlar. Yine yan taraftaki merdivenden üst kata çıkıyoruz. Üst kata çıkarken ayakkabılar çıkarılıyor. Esas ibadethane kısmı burası.
MABETTEKİ HEYKELLER
Budist mabedi heykellerle dolu. Hepsi hayal ürünü olan bu heykeller canlı renklerle boyanmış. Çadan şehri sonrasında ve başka yerlerde gördüğümüz erkek tasvirli taş Buda heykellerinin aksine, buradakilerin çoğu kadın. Kimisi yarı çıplak, başında tacıyla oturmuş halde, yüzü ve bedeni yeşile boyanmış bir kadın heykel olabildiği gibi; iki ayağı, başı ve sekiz koluyla ayakta duran kadın (yüzü yeşil, 8 kolu kavuniçi renkte) ve onu arkadan yakalamış koyu mavi yüzlü, başında taç olan canavar dişli ve bakışlı iki başlı -sanki kötülüğü temsil eden- bir erkek (?) heykeli olabiliyor. En arkada bitişik yerde ise, çehresi öndeki kadına benzeyen, yüzü ve sekiz kolu yeşile boyalı, her elinde farklı bir şeyler olan bir başka kadın tasviri. Öndeki kadının iki ayağının altında ezilmiş halde yatan iki insan heykeli, tasviri görülüyor. Çiğnenen bu iki kişinin de muhtemelen kötülük veya kötülerin temsili olmalı diye düşünüyorum. Her birinin dinî anlamları vardır ama biz öğrenemedik.
Hatırlayalım; Gök Tengri (Tanrı) dininde (Şamanlık) “Tanrı hiçbir şeye benzemez” inancı dolayısıyla heykel yoktur. Budist mabedinin duvarında 1992’de bir kez Tuva’yı ziyaret eden Tibetli Budist dinî lider Dalay Lama’nın resimleri var. Dalay Lama’nın bir daha Tuva’ya gelmesine izin verilmemiş merkezi yönetimce. Lama, Budizm’de din adamlarının unvanıdır, Kam (Şaman), İmam, Rahip gibi.
TESBİHLER
Heykellerin elleri hep farklı bir şeyler tutuyor. Birinde bir ok, diğerinde tesbih ve ne olduğunu bilmediğimiz eşyalar görüyoruz. Tesbih konusu ilginç. İçeride satılan hediyelikler içinde tesbihlerin de olması dikkatimizi çekiyor. Soruyoruz. Tesbihin sadece Müslümanlara ait olmadığını öğreniyoruz bu vesile ile. Hristiyanlıkta, Budizm’de, Musevilikte de varmış. Ancak tane sayıları 33 değil. Yurt dışında tesbih alırken (Arabistan dahil) tane sayısına dikkat edilmeli diyor bir arkadaşımız.
CENGİZ HANIN İKİ KOMUTANI
Tuvalılar tarihte de bugün de askerliğe yatkın, sadık, cesur ve mert insanlar. Cengiz Hanın en önde gelen beş komutanından (General) ikisi Tuvalı imiş. Adları Subutay ve Celme. Ruslar bunları biliyor olmalılar ki buradan hep asker-subay alıp yetiştiriyorlarmış. Rusya Savunma bakanı Sergey Şoygu da buna bir örnek. Başkaları da var.
TUVA MİLLİ MÜZESİ
Buradaki eserlerin önemli bir kısmı Kızıl’ın kuzeybatısında 60 km mesafedeki Arcan /Arjan/ Arzhan, Krallar bölgesi-Kurganlar bölgesi olarak bilinen bölgeden. Turan şehrine 20 km mesafede. İskitlere (Sakalar) ait MÖ 8.-7. yüzyıllar, Pazırık kültüründen biraz önceye tarihlenmiş. 1970’ler ve sonrasında yapılan kazılarda (binlerce) çoğu altın eşya ve bulgu elde edilmiş. Saka Kraliçesinin elbisesinde 4, Kağanın atında bile 9 kg’lık altın süs bulunmuş. Kağanın elbisesi bir milimetrelik ipek ile dokunmuş. Hazine odasına merdivenden inerken resim çekilmemesi konusunda uyarılıyoruz. Kağanlardan küpe takanlar var. Altay Müzesindeki iki kulağı küpeli siyah erkek heykelini hatırlıyoruz. Burada küpeye “Sırga” deniyor. “Kulağına sırga (küpe) olsun” ifadesini hatırlıyoruz. Türkmenistan’da küpeye “ısırga” deniyormuş. Kulağında küpesi olmak (küpe takmak), kadın erkek “olgunluk” işareti anlamındaymış, daha çok orta yaş ve üzerinde. Zengin bir müze. Resimler çekiyoruz.
Sonra müzenin arka tarafında bir Taş Yazıtlar Müzesi” var. Oraya giderken binayı çevreleyen dış cephenin yarı açık alanlarında çok sayıda büyük boy ahşaptan oyma heykeller gördük. Hepsi konulu ve çok zarif, değerli. Birçoğunu resimledik.
İRAN TEBRİZ
Geçen yıl yaptığımız iki haftalık İran gezimizde, dünyada tek olan “Tebriz Şairler Mezarlığı”nı gördükten sonra çok yakındaki özel bir heykel müzesini (Tebriz Ahad Hüseyni Heykel Müzesi) ziyaret ediyoruz. Dünyaca ünlü Heykel sanatçısı Ahad Hüseyni beyin (79 y./2023) bizim grubu tesadüfen fark edip davet etmesi ile içeride gördüğümüz muhteşem eserlerini hatırladım. Birçok insanımız, heykel deyince genellikle antik Roma-Yunan heykelleri ile günümüzdeki önemli lider heykellerini ve son zamanlarda da balmumu heykelleri hatırlar. Ancak Tebriz’deki bu muhteşem müzeyi görünce sanatın ne kadar güzel ve güçlü bir alan olduğu fikri, beynimde daha özel bir hale geldi. Grup olarak ciddi sayılabilecek hediyemiz, onu çok sevindirmişti. Tebriz’e yolu düşen mutlaka oraya gitmeli derim.
SÜTLÜ ÇAY
Bu arada ilginç bir konuda bilgileniyoruz. Tuvalılar sabahları mutlaka sütlü çay içerlermiş. Bunun İngiliz kültürünün buralara gelmiş olması, etkisi sanılmasın. Çünkü İngilizler bu coğrafyaya hiç gelmemişler. Hatta çayı bile buralara geldiğinde öğrenmiş İngilizler. Meraklısına; “Çay” kelimesi de “Tea(ti)” kelimesi de Çince. Çin’in kuzeyinde daha çok çay, güneyinde ise tea (ti) kelimesi kullanılıyormuş.
12.55 gibi öğle yemeği için, merkezi bir bölgede, sanırım az bulunacak nitelikte bir lokantaya gidiyoruz ekip olarak. Merdivenle 2.kata çıkılıyor. Alt katı market. Seç-al tarzı bir lokanta. Yemekler -salatalar dahil- gramla tartılarak fiyatı belirleniyor. Tercihimiz hep balık, bazen çorba ve salatalar oldu.
ŞAMAN KLİNİĞİ
Otobüsle saat 14.00 gibi daha önceden randevusu alınmış, parası ödenmiş bir Şaman kliniğine ziyarete gidiyoruz grup olarak. Önce geniş, arka sınırı ağaçlardan belli olmayan bir avluya giriyoruz. Sağ tarafta ahşap bir zemin üzerine kurulmuş beyaz bir yurt (çadır ev), onun arka yanındaki ağaçların altında ve önündeki çimenli alana koyu iri taşlarla küçük bir taş tepesi oluşturulmuş, önünde ise ahşap kazıklar arasına gerilmiş iplere renkli dilek bezleri başlanmış. Taşlar Budistlere, bezler ise Şamanlara ait. Orta geride ise telefon aktarma vericilerini taşıyan bir yüksek direk görülüyor. Avlu sıkıştırılmış kum çakıl ile örtülü, solda giriş kapısı üzerinde üstte kril harfleri ile Rusça veya Tuvaca (?), altında ise İngilizce “Şaman Kliniği” yazan ahşap üzerine bir levha görüyoruz.
Bina tek katlı, ön yüzü ahşap veya ahşaba benzer kaplamalı, çatısı yine kiremitsiz çağdaş malzemelerle kaplanmış. Giriş kapısına ahşap 4-5 basamak merdiven ile çıkılıyor. Kapı üstü ve bize göre sağ tarafta altında oturulabilecek bir çardak sundurması, önünde bir seyrek çit, çitin önünde yan yana çok sayıda ve iki basamak halinde renkli çiçek saksıları. Duvara da askı halinde rengarenk mevsim çiçekleri asılı. Bu görüntü bize pek yabancı değil. Pek çok tek katlı kasaba evinde, annelerin toprağın az olduğu alanları güzelleştirmek için çoğu zaman tenekelere diktikleri ve gözleri gibi bakıp, hatta göz ve gönüllerini üzerlerinden hiç ayıramadıkları saksı çiçekleri ile dolu.
Ana kapıdan sonra kısa bir giriş alanı, solda açık bir kapı var. İçeride bir masa ve sekreter hanım oturuyor. Bizi karşılıyor. Giriş alanı ve sekreter mahallinin duvarlarındaki ilginç şaman resim ve eşyaları dikkatimizi çekiyor. Şaman henüz gelmemiş. Az sonra gelecek deniyor. Odanın metre karesine göre biz kalabalığız. Bir arkadaş kendi iradesi ile kapıyı açtı ve içeri girdi. Sekreter bir şey demedi. İçerisi tam bir Şaman müzesi. Doldurulmuş yabani hayvanlar, Şaman davulu (“def”in tek yüzü, “davul”un iki yüzü gergin deri ile kaplı oluyor), resimler, neler neler…
ŞAMAN BEY GELDİ
Az sonra Şaman bey geliyor. Altmışlı yaşlarda, çekik gözlü, hafif esmer, biraz kilolu, üzerinde mavi bir kıyafet, başında mavi bir şapka var. Boynunda özel metal takılar asılı. Koltuğuna oturuyor. Sessizlik hakim. Bütün gözler onun üzerinde. Bahadır bey de yanında, konuşmaları çevirecek. Adı Uluğ Kam Yuri Nikolayeviç. Konuşalım diyor Şaman bey. Sorular sorulmaya başlıyor. Bizim Türkiye'den gelen bir grup olduğumuzu bildiği için “Uzaktaki Türkiye’deki Türkler ile atayurttaki Türkler kardeş” diyor. Ankara ve İstanbul'u görmüş. Şamanlık kendisine babaannesinden geçmiş. Demek ki kadın şamanlar da var diye düşünüyorum.
Kısa sohbetten sonra ayağa kalkıyor. Başına, kulakları da örten siyaha yakın kahverengi bir başlık giyiyor. Başlığın üzerinde Kızılderili şefleri gibi dikey uzun kuş (belki kartal) tüyleri var. İçimden işte tam şimdi Kızılderili oldun, diyorum. Bir tütsü yakıp etrafı tütsülüyor. Sonra sol eliyle arkadaki ahşap sapında tuttuğu Şaman davuluna, sağ elindeki ucu kumaşla kaplı tokmağı ile vurmaya başlıyor. Birçok arkadaş bu sahneyi resim veya video ile kayda alıyorlar.
İçerisi kalabalık, hava sıcak, 30C dereceden fazla. Oda daha sıcak olunca eşim ve birkaç kişi dışarı çıktık. Dış kapının önündeki saksılı sundurmanın altına geçer geçmez çok ilginç bir olayla karşılaşıyoruz.
BUNLAR KIZILDERİLİ
VEYA KIZILDERİLİLER BUNLARDAN
Bahçeden başında dikey uzun kuş tüyleri olan bir taç başlıklı orta yaşlı bir bayan (Şaman beyin ekibinden) sol elinde saplı, ucunda küçük ziller olan bir aleti sallayarak zil sesleri çıkarırken, diğer elinde yine uzun saplı, ucunda orta büyüklükte çanak şeklindeki kaptan çıkan tütsü dumanıyla, kapıları, kaputu ve bagajı açılmış özel bir aracın içini dışını, altını, her yerini tütsülüyor. Sanki bir film veya belgesel sahnesini izliyoruz. Aracın yanında da orta yaşlı Tuvalı bir bey işlemi izliyor. Şaman inancına göre kaza veya kötülüklerden korunmak için olmalı diye düşünüyorum. İşlem bitince tütsücü binaya dönerken, sürücü de aracıyla gidiyor.
ALTMIŞ YIL ÖNCE TÜRKİYE
Bu arada, ön taraftaki sundurmanın altında bize yakın oturan ve hasta olduğu söylenen 6-7 yaşlarında bir kız çocuğu, 9-10 yaşlarında ağabeyi ve anneleri Şamanı bekliyorlar tedavi için. Masum ve temiz yüzler. Biraz sevgi dolu bakışlarımız, sözlü birkaç iltifat ve temenniden sonra, sevinsinler diye iki kardeşe elimizdeki rublelerden uzatıyoruz. Hem lisan zorluğu hem de yabancı birinden olunca çocuklar isteksiz ve çekingen. Bu sefer anneye dönerek almaları konusunda ricada bulunuyoruz. Kısa bir tereddütten sonra anne de olur veriyor ve çocuklar hediyemizi alıyorlar.
Erken çocukluk yıllarımda, şehrimizde hastane yok, bir veya iki doktor var, onlar da özel çalışıyorlar. Hatta eczane bile yok. Doktor muayenehanesinin içindeki bir ecza dolabından ilaçları tane veya kutu ile verir. Sosyal güvenlik de yaygın değil. İnsanların bir kısmı, özellikle köylerden Akhisar’ın Beyoba köyündeki bir ocağa (belki Şaman tarzı bir yerdi?) tedavi için giderler, ne olduğunu hala bilmediğim “parpı” yaptırırlardı. 1960’lı yıllar, Manisa'nın bir ilçesinden bahsediyorum. Kurşun döktürmeyi, kupa tutmayı, suya okumayı, bez bağlamayı, başı ağrıyanın başına sıkı çeki bağlamasını, mezar taşına taş yapıştırmayı da hatırlıyorum. Dolayısıyla burada yüksek seviyedeki çocuk ve anne ölüm oranları ile daha çok alkole bağlı olduğu söylenen erken erkek ölümlerini de daha iyi anlıyorum bir hekim olarak. Buradaki ziyaret (Hastane ve hekimlik alışkanlığı, hastalara yatağında uğramaya maalesef “vizit” diyoruz. Türkçe konusundaki umursamazlığımız) bitiyor, talep üzerine hediyelik almak üzere bir mağazaya uğruyoruz (16.30).
BUZUL ÇAĞI VE KIZILDERİLİLER
Kızılderililer hep ilgimi çeken bir konudur. Zaman zaman söner ama, bu seyahat bizde bu ilgiyi tekrar canlandırdı. Yakın zamanda getirttiğim bir kitap vardı ama henüz başlamamıştım. “Kızılderili Hikmetleri /Mi Taku Oyasin” Amerika'da yaşayan güçlü bir edebiyatçımız olan Ayşe Göktürk Tunceroğlu tarafından derlenmiş. (Alfa y. 2.baskı, 2000,144 s.) Yazarın “Haliksay Kızılderili Hikayeleri” adlı bir başka eseri daha var. O da aynı yayınevinden.
Bu eser ve başka kaynaklardan öğrendiklerim; 1930’larda ABD, New Mexico eyaletinde kazıbilim uzmanlarınca yapılan kazılarda bulunan “büyük taş mızrak uçları” Amerika kıtasına yerleşen ilk insanların, Doğu Asyalılar olduğu ve buraya Mamut cinsi büyük hayvanları avlayan bu insanların yaklaşık 12 bin sene önce ulaştıkları fikri en çok taraftar bulan görüş imiş.
Günümüzden 30 bin yıl önce başlayan ve 10 bin yıl önce sona eren son buzul çağında, denizlerdeki suyun çok büyük bir kısmı kutuplar ve karalar üzerindeki yüksek dağların üzerinde birikince, denizlerin seviyesi alçalmış. Kuzey kutup buzulları Almanya'nın ortalarına kadar inmiş. Rusya'nın en doğu ucuyla Kanada'nın batısında ABD’ye ait Alaska arasında yer alan bugünkü Bering boğazı, denizlerin alçalması nedeniyle Asya ve Amerika kıtalarını birbirine başlayan 1600 km genişliğinde bir kara parçası oluşmuş. Bu alanda av peşinde koşan insanlar zamanla Amerika kıtasına ulaşmışlar. Bu yolun 1-2 bin yıl açık kaldığı tahmin ediliyor. Alaska’da bazı buzdağı engelleri ile binlerce yıl kadar kaldıkları, sonra eriyen buzlarla açılan geçitlerden geçerek yaklaşık bin yılda kuzey ve güney Amerika kıtasına yayıldıkları ifade ediliyor. Yine bazı bilim insanları ise, Bering boğazından çok önce, (günümüzden 30 bin yıl önce) Doğu Asya’dan Amerika kıtasına insanları kayık ile geçtikleri görüşündeler.
Amerika yerlilerinin hücredeki mitokondrial DNA’larında en sık görülen 3 mutasyonun aynısı sadece Sibirya ve Moğolistan’da tespit edilmiş. Bu binlerce yıl içinde 175 yerli dili oluşmuş. Kristof Kolomb üç gemi ile karaya çıktıkları yeri Doğu Hindistan sanmış. Buranın ayrı bir kıta olduğunu Amerigo Vespucci anlamış ve kıtaya onun adı verilmiş. Bu aslında Amerika kıtasının ilk keşfi değil, son keşfi idi. Avrupalılar silah yönünden daha gelişmişlerdi. Bu sebeple az sayıdaki gemi ve askerle ülkelere el koydular. Yerliler hiç at görmemişlerdi. Hatta at ile biniciyi tek bir canlı sanmışlardı. Kızılderili adı da gerçek bir renge dayalı ırk değil. Yerlilerin bazı bitkilerle ayı yağını karıştırıp görünen yerlerine sürmeleri ile sivrisinek ve dolayısıyla sıtmadan korunuyorlardı. Bu boyalı görüntü onların kızıl-kırmızı renk algısına yol açıyordu. Bugün 2,5 milyon nüfusları var, eğitim ve gelir düzeyleri düşük.
BURADA NE İŞİNİZ VAR?
Merkezi bir yerde, daha önce öğle yemeği yediğimiz bir marketin ikinci katındaki lokantaya gittik akşam yemeği için. Ben yine balığı tercih ettim. Yemekten sonra yol arkadaşımız Edebiyatçı Akademisyen Rana hanımın gelini Meltem hanım alt kattaki markete kefir almak için giriyor. Ürünlerdeki bütün yazılar kril alfabesi ile olunca ayırt edemiyor süt mü kefir mi diye ve genç bir bayandan yardım istiyor İngilizce. Bayan “Siz yabancı mısınız“ deyince, “Türk’üz, Türkiye’den geldik” cevabına çok şaşırıyor. “Türkiye buraya neredeyse 10 bin km mesafede. Burada ne işiniz var?” diye soruyor. O da “Gezmeye, öğrenmeye, araştırmaya geldik” şeklinde cevaplıyor. Yabancı görmeye, özellikle batıdan birilerini görmeye hiç alışık değiller, şaşırıyorlar.
BİLGE İNSAN YAŞAR BEYDEN BİRKAÇ SÖZ
Seyahat halinde iken insanlar bazen yanındaki, etrafındaki insanlarla bir şeyler konuşur, özellikle böyle özel bir gezi ise. Yaşar Bey emekli bir emniyetçi. Müdür olma zamanı geldiğinde, mesleğin kendisini daha başka bir yere götüremeyeceği düşüncesi ile, arkadaşları yanlış yapıyorsun dedikleri halde emekli oluyor. Serde Kayserililik de var tabii ki. İnşaatlarda kullanılan taş sektörüne giriyor ve başarılı da oluyor. Şimdi şirketin başında oğlu var. Kendisi bol okuyan, düşünen ve yazan birisi. Kitabı bile var Dede Korkut üzerine. Kayseri’de bu konuları sohbet edecek insan bulmakta (biraz da kültürlü akran sıkıntısı olmalı) zorlandığından olmalı diyorum, Kayseri için “bir milyon nüfuslu bir köy” ifadesini kullanıyor.
Diyor ki Yaşar Bey; polislikte kurallara uymazsan asi derler. İnisiyatif kullanamazsın. Kullanırsan soruşturma açarlar. Şahsiyetli durmak zordur. Acizlik hali insanı en çok yıpratan haldir. Böyle bir şeyle karşılaşırsam bilgim mi eksik, maddi gücüm mü diye düşünürüm” diyor.
YENİSEY IRMAĞI KENARINDAYIZ
Kızıl şehrindeyiz. Kızıl altın anlamına da geliyor. Burada yazlar sıcak, kışlar çok soğuk, fakat nemsiz olurmuş. Otobüsle yemek ve alışverişten sonra Yenisey ırmağı yanındaki parktayız. Irmak birkaç yüz metre genişliğinde hızlı akıyor ve yüksek debili. Kenarlarında yüksek olmayan beton duvarlar ve nehre kadar eğimli bir kara alanı var. Karşı tarafta, biraz uzak mesafede Budist heykelleri görülüyor. Ağaçlar, heykeller, bir anıt ve iki katlı bir kafeterya var. Nehir boyunca 6-8 metre eninde yaya yürüyüş yolunda insanlar yürüyor. 18.00’de otelin yan lobisinde mahalli müzik icra edecek bir sanatçı olacak. Orada toplanalım deyip bizi parka bıraktılar. Herkes zamanını serbestçe değerlendirdi. Nehire yakın bir anıtın yanına yeni evli, gelin ve damat ile yakınları gelmiş resim çektiriyorlar, Yenisey kenarında. Birkaç resim çekiyoruz uzaktan.
Sonra kafeteryaya gidip kahve, su ve bir kek istiyoruz. Çalışanların eli o kadar yavaş ki, şaşırıyoruz. Sahilde biraz yürüyelim derken bir dondurma büfesi görüp yarı Tarzan’ca anlaşmaya çalışıyoruz. Külahta ikişer top dondurma verecek. Dondurma paketini açması dakikalar sürüyor. Kaşık ile külaha yerleştirmesi dakikalar alıyor. İkişer top dediğimiz halde birer top yapıp uzatıyor. Sayesinde bizi alacak araç ayrılmış. Bizden kimse de kalmamış etrafta. Neyse ufak bir yer burası deyip Ötüken otelini bir bayana soruyoruz. Tarif ediyor. Çok uzakta değilmişiz, yürüyoruz. Önce hızla odamıza çıkıp, iniyoruz.
TUVA MÜZİĞİ
Programın olacağı yer otelin zemin katında, ancak yan kapıdan giriliyor salona. Program başlamış, bir yerel sanatçı bizim “kabak kemani”ye benzer müzik aletini, at kuyruğu kılından yapılmış bir yay ile çalıyor. Bu alete “Bızancı” deniyor. “Buzağı sesine benzer bir sesi” olduğu için mi? Belki. Arkasından yalın ağız, boğaz ve yuvarlak dudak hareketleri sesleriyle “Gırtlak müziği” icra ediyor. Sanatçı hem nefes alırken hem de nefesini verirken gırtlak, ağız ve dudak ile müzik sesi çıkarıyor, icra ediyor. Müthiş. Nefes alışverişi arasındaki sınır anlaşılmıyor bile.
Sonra, bizim bağlamanın daha küçük gövdelisi “tar”a benzeyen, ancak köşeli kare veya dikdörtgen gövdeli, iki telli aletle müzik icra ediyor. Bu alete “Toşbulu” deniyormuş. Bu arada Bahadır bey sanatçının hep yanında oturuyor ve onu sorularla konuşturuyor ve bize aktarıyor. Sanatçı, “Bu enstrüman 1970’lere kadar iki telli idi. Sonra yeni teller eklendi. Sapın ucunda gördüğünüz gibi şimdi bir at başı var. O zamanlar bir yıldız vardı” diyor. Ucuna yıldız yapılmasının sebebi, “belki bir yasağa uğramaktan kurtulur” düşüncesi imiş. Hep korku, hep korku.
ÇERNOBİL VE SSCB
Korku konusu bana bir çağrışım yaptırdı. İki gün önce bir TV kanalında bir belgeselin bir kısmını tesadüfen izledim. 1986 yılında, o zaman SSCB’ye bağlı Ukrayna'nın Pripyat şehri yakınlarındaki Çernobil Nükleer Enerji Merkezindeki (Santral) patlamanın neden, nasıl olduğu anlatılıyor. Santralde bir şeylerin ters gittiğini fark eden iki üst düzey sorumlu, alınacak tedbir konusunda en üst amire konuyu aktarıyorlar. Amir, partili ve biraz da bilim tarafı zayıflamış yaşlı bir idareci. Kendine göre bir karar veriyor. Alt yöneticilerin fikirlerini kabul etmiyor. Sonuçta geri dönülemez bir süreç başlıyor ve merkez patlıyor. O iki alt yönetici iki hafta içinde radyasyon etkisi ile üst yönetici ise 6-7 yıl sonra kanserden ölüyorlar. Ayrıca ölen binlerce çalışan ve bölge insanı.
Fakat sonuç daha önemli. Teknik bilgi, liyakatın yerini emir ve korkunun almasıyla verilen yanlış kararın bu faciaya yol açtığı anlaşılıyor. Gerçi soruşturmada üst yönetici sorunun tesisteki tasarım hatasından kaynaklandığı iddiasında bulunuyor ama kapalı rejim gerçeğin tam ortaya çıkmasına da izin vermiyor. Konuyu anlayanların başında da zamanın SSCB Devlet Başkanı Gorbaçov var. Tedbir, ıslahat vs derken SSCB yıkılıyor. “SSCB’nin yıkılmasını tetikleyen en önemli olay Çernobil’dir” sözü ile program sona eriyor.
Notlar: 1.Türkistan ve Sibirya coğrafyasındaki Türk lehçeleri ve kültürleri üzerine ilk yüksek lisans ve doktora çalışmalarını başlatan, bu konuda birçok uzman akademisyenin yetişmesini sağlayan Gazi Ü.Em.Öğr. üyesi Prof. Dr. Ahmet Bican Ercilasun’u sevgi ve saygı ile selamlıyorum. Tek bir kişi bile bir bilim ordusu kurabilirmiş; istenir, azmedilir ve akledilirse. Tuva konusunda Türkiye'den ilk kez Yüksek lisans çalışması yapan (Bitiş: yıl 1996) Ekrem Arıkoğlu’nu da tebrik ederim. Altayca konusunda da ilk çalışanlar Figen Güner Dilek ve İbrahim Dilek. Tanıyanlar aktarıyor, başta eşim. Tuva’ya ulaşmak için 25-30 yıl önce tren istasyonlarında bazen günlerce tren bekleyen, nice sıkıntılara katlanan; haberleşme, ulaşım, sağlık ve güvenlik konularında devasa tehlikeler içeren o yıllar ve coğrafyada, bu işe bilim aşkıyla girmek, buna öncülük yapmak ancak alkışlanır; emek verenlerin elleri öpülür.
2. Konu ile ilgili Ahmet Bican Ercilasun beyin “Kara Kam, Türk Bitig (Türk destanı)” adlı eseri, konuya ilgi duyanlar için güzel bir eser (Ötüken y.2022, 329 s.).
YORUMLAR