Çok uzun yıllar önce ilk kitaplarından Tutuklu Yürek ve Beyaz Yürüyüş'ü okuyarak tanıdım kendilerini. Çok sayıda insanımıza tavsiye ettim veya hediye ettim kitaplarını. Halâ da öyle. Öğretmen kökenli, duru temiz Türkçesi ile bu toprakların bir insanı. Her kesimden insanımızı iyi tanıyor, iyi bir gözlemci ve güzel kurgularla da insan malzememizden harika hikâyeler oluşturuyor.
TUTUKLU YÜREK
Doğuya tayin olmuş genç bir öğretmenin; sevmediği, kurtulmak istediği hastalıklı karısından (iki eşinden biri) yakınan bir bölge insanıyla, arasında geçen bir konu üzerine kurulmuş hikâye. O yıllar; özü, mayası güzel olsa da, insanın ideolojik kirlenmeler veya hastalıklarla hayattan, gerçeklerden ve vicdanlardan kopuverdiği dönemlerdi.
İyi bir şey yaptığını düşünerek yoldan çıkardığı insanlar ve sebep olduğu olayların sonucunu görünce de, geride kalan vicdan, merhamet, adalet ve akıl bakiyesi, beynini tırmalamaya, acıtmaya, yakmaya başlıyor. Ben ne yaptım diye. Pişmanlık var ama, geri dönüş yok. Hele sorumluluk duygusu hiç yok olmuyor.
UÇURUMDAN İTİVER
Hastalıklı, sevmediği karısını "uçurumdan itiver, buralarda kim görecek" teklifine, adamın "Allah'tan korkuyorum, ondan yapamıyorum" cevabı, bir süre vukuatı ötelese de, zaman içinde genç öğretmenin bu ayartıcı sözleri ile gerçek oluyor. Ve sonuç ölüm getiriyor.
Ama öğretmenin kendi içinde yok edemediği vicdan kırıntısı canlanıyor, büyüyor, büyüyor ve bütün beynine, vücudunun her azasına hakim oluyor. Gitti ideoloji, huzur ve sağlık; geldi vicdan azabı, huzursuzluk, mutsuzluk, akıl ve ruh sağlığı sorunları.
Sonra habire istenen tayinler, bir yerde duramama, kalamama; sonunda Edirne'ye kadar batıya doğru hep kaçış, hep kaçış. Sonuç ise hep azap, hep azap. Vicdan azabı.
HÜZÜNLÜ GÜLÜMSEYİŞ
Osman Çeviksoy'un ekteki kısa hikâyesi de hem mesleğimle ilintili hem de günümüzün bir acıtıcı gerçeğiyle yüzleştiriyor bizi. Başta bazı genç hekim, sağlıkçı, mühendis veya başka meslekten insanlarımızın para, huzur, beklenti veya başka bir nedenle yurdu terk etmeleri. Gerçi her giden de mutlu değil. Gemisini yüzdürebilmişse, bir zamana kadar şikayetçi değiller.
Ancak, sadece gidenleri eleştirmek de, gerçeğin bütününü görmediğimizi gösterir. Halkın desteğini almak uğruna, özellikle hekimleri öne atmak doğru değil. Sağlıkta kalite olarak, sayı olarak hepimiz bundan zarar görürüz.
Zaten gençlerimizi kültürel değerlerimiz, meslek eğitimi, iş imkânları bakımından yeterince eğitemiyor, tatmin edemiyoruz. Onlara "ne pahasına olursa olsun bu vatanı terk etmemeliyim" dedirtecek duygusal bağları ve güveni veremediğimiz, anlamına da gelir mevcut durum.
Ama kalıcı gidenlerin en geç üçüncü nesilden sonra, belki daha önce, asimile oluşları sık görülen hal. Başka milletler -malûm- buna (millî kimliğini korumaya) daha dirençli. İstisnaları tenzih ederim, bizim insanlarımızda ise, bu tür millî değerlerimizi umursamama veya unutmalar daha yaygın.
Bunda son üçyüz yıldaki yaşadığımız tarihi, siyasi ve mali zorluk ve kayıpların yol açtığı ezikliğin etkisi de olduğu muhakkak. Ancak, güçlü iken de -belki imparatorluk kültürü gereği- özgüven fazlalığı nedeniyle milli kimlik duruşumuzda fazla hassas değiliz.
Mesele, uzun... Ama umut hep var. Dünyanın hiçbir yeri artık güvenilir değil. Irkçılık, şiddet, savaş tehditleri vs. Türkiye her zaman en güçlü sığınağımız. Geçen elli, yüz veya daha öncesini düşünelim. O nesillerin sabır, çile ve fedakârlıkları ile bu vatanda hürüz. Daha güzel, güçlü, zengin ve mutlu günler görmek için azimle, umutla, beşinci kol tuzaklarına da düşmeden yaşamaya, yaşatmaya devam.
Osman Çeviksoy 'un bu kısa, fakat çarpıcı hikâyesini ilgiyle okuyacağınızı, beğeneceğinizi -ki ben eminim- düşünüyorum. Yazarın adı geçen ve diğer eserlerini çocuklarınıza, torunlarınıza ve öğrencilerinize temin edeceğinizi de umuyorum.
Selâm ve saygılarımla...
HÜZÜNLÜ GÜLÜMSEYİŞ
Adam komşumuzdu.
Hani “Karıncayı incitmez.” denilir ya işte öyle bir komşu.
Kimseyle tartışmaz, kavga etmez, kimseye küsmezdi. Kimseyi kırmaz, gücendirmezdi. Sesini yükselterek konuştuğuna tanık olan yoktu. Evinde ailesine, işyerinde arkadaşlarına karşı da böyleydi. Derdi olanı dinler, ihtiyaç duyanın yardımına koşar ama kimseye dert yanmaz, kimseden yardım istemezdi. Evi, arabası, yazlığı vardı. Hali vakti yerindeydi. Adamın para sıkıntısı yoktu. İnsan olanın hiç mi derdi, tasası, problemi olmazdı; onun yoktu.
Emekli olduğu yıl hastalandı. Hastalığı giderek ilerledi.
“Hastaneye git, araştırsınlar!” dedi aile hekimi.
Gitmedi.
Hekim ısrar etti.
“Esaslı bir tetkik, tahlil yaptır, tedavi ol!” dedi.
“Olmam!” dedi adam.
Hastalığı iyice ilerledi, yatağa düştü, hastaneye gitmedi.
Zorla götürmeye kalkıştık, direndi. “Beni zorlamayın, gitmem!” dedi, ağladı.
Sancıları başlayınca etkili ağrı kesiciler bulduk, getirdik.
“Kullanamam!” dedi, ağladı.
“Niçin tedavi olmuyorsun, belki de iyileşeceksin!” dedik.
Adam konuşmadı, sustu, hüzünle gülümsedi, o kadar.
Bu gülümseyişten sonra adam çok yaşamadı, öldü.
Cenazesine yurtdışından ikisi erkek biri kadın üç uzman hekim geldi. Üçü de adamı öldüren hastalığın uzmanıydı. Üçü de karıncayı incitmeyen adamın evinde doğup büyümüşlerdi. Üçü de bu evde yaşarken tıp okumuşlar, hekim olmuşlar, uzmanlıklarını almışlardı. Üçü de bu evde yaşarken ikinci yabancı dillerini, o dilleri konuşan uzak ülkelerde hekimlik yapacak kadar iyi öğrenmişlerdi.
Üç hekim, içinde var oldukları evin anahtarlarını emlakçıya bıraktılar. Karıncayı incitmeyen adamla, evdeşini vatan toprağında bıraktılar. Dillerini sonradan öğrendikleri uzak ülkelerin insanlarına hizmet için hemen döndüler.
Adam komşumuzdu.
YORUMLAR