Sabah uyandığınızda ilk işiniz yanınızdaki kişiye bir selamlaşma ifadesiyle hitap etmek mi, yoksa telefonunuzu kontrol etmek mi?
Bu sorunun cevabı, belki de modern çağdaki ilişkilerimizin durumunu en iyi özetleyen göstergelerden biri...
Günümüzde hepimiz paradoksal bir gerçekliğin içinde yaşıyoruz. Bir yandan dünyanın öbür ucundaki insanlarla anlık mesajlaşabiliyor, görüntülü konuşabiliyor, hayatlarının en özel anlarına sosyal medya aracılığıyla tanık olabiliyoruz. Diğer yandan ise aynı ev içinde yaşadığımız aile üyelerimizle göz teması kurmadan saatlerce vakit geçirebiliyoruz.
Metro vagonlarına, kafelere, hatta aile yemeklerine bir göz atalım. İnsanlar fiziksel olarak yan yana, ama zihinsel olarak kilometrelerce uzakta. Herkes kendi dijital dünyasına gömülmüş durumda. Peki bu "bağlantılı kopukluk" durumu bizi nereye götürüyor?
Dijital platformlar sayesinde arkadaşlık kavramı yeniden tanımlanıyor. Yüzlerce "arkadaşımız" var, ama kaçına gerçekten güvenebiliriz? Kaçı zor zamanımızda yanımızda olur? Bir "beğeni" tuşuna basmak, gerçek bir sarılmanın yerini tutabilir mi?
İlginçtir ki, teknoloji bizi birbirimize yakınlaştırdıkça, duygusal mesafeler de artıyor gibi görünüyor. Empati yeteneğimiz körelmekte mi? Ekran arkasından kurulan iletişim, bizi gerçek duygusal bağlar kurmaktan alıkoyuyor olabilir mi?
Filozof Martin Buber, insan ilişkilerinin "Ben ve Sen" ilişkisi üzerine kurulduğunu söyler. Gerçek bağlantı, yalnızca karşılıklı anlayış, göz teması ve samimi bir yakınlıkla mümkün olabilir. Ancak bir ekran aracılığıyla kurulan iletişimde, bu "ben ve sen" yerini "ben ve o"ya bırakır. Diğer kişi, yalnızca bir simgeye dönüşür.
Sokrates, yazının icadını eleştirirken, "Hafızayı öldürür!" demişti. Bugünse sosyal medya, ilişkilerimizi "kaydetme" ve "sergileme" üzerine kuruyor. İnsan, artık bir profil fotoğrafından ibaret mi? Fransız düşünür Baudrillard’ın simülasyon teorisi, dijital benliklerimizin gerçeğin yerini aldığı bir çağda yaşadığımızı söyler. Instagram’da mutlu bir hayat sergileyen biri, aslında yalnızlığını mı kamufle ediyor?
Ancak mesele salt teknolojinin varlığı değil, onu nasıl kullandığımız. Örneğin, uzaktaki büyükanne ve büyükbabalarıyla düzenli görüntülü konuşma yapan çocuklar, geçmiş nesillere göre çok daha yakın ilişkiler kurabiliyor. Ya da farklı ülkelerdeki insanlar ortak ilgi alanları etrafında anlamlı topluluklar oluşturabiliyor.
Belki de asıl sorgulamamız gereken, teknolojinin kendisi değil, onunla kurduğumuz ilişki. Dijital araçları, gerçek ilişkilerimizi zenginleştiren bir destek unsuru olarak mı, yoksa onların yerini alan bir ikame olarak mı kullanıyoruz?
Şunu unutmamalıyız ki, insan dokunmaya, göz temasına, karşılıklı gülümsemeye, birlikte sessizce oturmaya ihtiyaç duyan bir varlık. Hiçbir teknolojik gelişme bu temel insani ihtiyaçları değiştiremez.
Şimdi kendimize şu soruları soralım:
Günde kaç saatimizi ekranlara ayırıyoruz? Peki ya sevdiklerimizle geçirdiğimiz zaman?
Telefonlarımızı bir kenara bırakıp, birine son kez ne zaman tüm dikkatimizi verdik?
Dijital platformlarda geçirdiğimiz saatler, gerçek bağlarımızı ne kadar zenginleştiriyor?
Bu yazıyı okurken kaç kez telefonunuzu kontrol ettiniz?
Ve şimdi, bu satırları bitirir bitirmez, ilk işiniz gerçek dünyadaki birine sarılmak mı olacak, yoksa bir story paylaşmak mı?
Belki de asıl soru şu: Yakınlık, bir Wi-Fi şifresi kadar hızlı mı kurulur, yoksa yüreklerin aynı frekansta titreşmesi mi gerekir?
YORUMLAR