Nedir bu ecnebi kelime deyu sual eyleyecek olursanız biz dahî deriz ki ol öyle bir ademdir ki bir şehri özge temaşa ile geçip gider.
Şaka şaka. Artık böyle bir dil kullanmıyoruz, kullansak da kimse anlamaz. Fakat konumuzla ilgili olduğu için söyleyeyim Evliya Çelebi seyahatnamesinin dili baştan sona böyledir. Teberrüken şu cümleleri yazalım: Sene 783 tarihinde Germiyanoğlu fethidir. Ba’dehu Germiyanoğlu kızın Şehzade Bâyezîd ibn Mehemmed Hân’a menkûhalığa verdikde bu kal'ayı duhter-i pâkîze-ahter ile pişkeş-i sûr içün Âl-i Osman'a miftahların teslim etti. Şehir bu kal’a dâmeninde bağ-u bağçeli enhâr-ı uyûnları carî hevâdâr şehirdir. Ve deşt-i sahralarında ve hıyâbân kurasında tavşanı bî-had olmağile Tavşanlı nâmıyla şöhre-i şehr olmuş bir ma'mûr kasabadır.
Bir hac hatıramı hiç unutmam. Hacca ilk gittiğimde diyanet vasıtasıyla bir grubun hocası olarak gitmiştim. Bayram epey yaklaştıktan sonra Medine’den Mekke’ye gittik. Gittiğimizde Mekke ana baba günü gibiydi. Ömrümde öyle kalabalık görmedim. Kafile başkanımız dedi ki yatsıya namaza gideceğiz sonrasında da tavaf yapacağız. Sizin anlayacağınız ilk tavafımız. Neyse vakit geldi hepimiz otobüslere bindik ve Kâbe’ye gittik.
Tavafa bütün kafile başladık. Belki de üç yüz kişiydik. Böyle büyük bir kalabalığın sevk ve idaresi meseledir yani. Öyle olmuş olacak ki bir süre sonra kafile başkanını kaybettim ya da o bizi kaybetti. Neyse kalan sağlar bizimdir dedim kendi grubumla devam ettim. Bir süre sonra birer ikişer derken grubumu da kaybettim ya da grup beni kaybetti. Ya Rabbi ne yapacağım şimdi. Bari kendimi kaybetmesem.
Talih bu ya kendimi de kaybettim. Yani kayboldum. Çıkıp otele gideceğim ama doğru kapıyı bulamıyorum bir türlü. Bir de öyle bir kalabalık var ki adım atmak mümkün değil. Saate baktım saat gecenin ikisi. Artık olan oldu dedim. Hava öyle bir sıcak, ben öyle de bir yorulmuşum ki sormayın. Bir sütunun dibinde biraz uyuyayım dedim. O izdihamda uyumak da zor ama biraz uyudum. Biraz sonra birisi benim üzerimden geçecekken üzerime basmış can havliyle kalktım ne yapıyorsun birader dedim. Tabi beni anlamadı özür mahiyetinde anlamadığım birkaç kelime edip gitti. Neyse sabah namazı yaklaşıyor abdest alayım dedim. Abdest aldım çıktım yukarı, ezan başladı. Az ilerleyeyim falan derken öyle bir yerdeyim ki ne bir adım ileri gidebildim ne bir adım geri. Meğer orası kadınlar cemaatinin tam ortasıymış.
Başımı kapattım farza öyle durdum. Güç bela namazı kıldım. Cemaat dağılmaya başladı. Ben de artık otele gideyim diyorum ama otobüs garajı neredeydi. Başladım deli gibi yürümeye. Yürü babam yürü. Meğer tam tersi istakamete gitmişim. Döndüm, biraz sorarak biraz da işe yaramayan altıncı hissimle otobüsü buldum. Otele geldiğimde saat sabahın onuna geliyordu. Kimseye görünmeden odama çıktım biraz dinlendim.
Öğleden sonra indim aşağı. Tabi benim grup soruyor bana neredeydin. Ben de renk vermemek için üste çıkarak dedim ki “disiplin sıfır ben demedim mi peşimden ayrılmayın!”. Laf cambazı bir amca vardı, dedi ki “gözüne kurban olduğum biz kaybolduk”. Sonra ortaya çıktı ki herkes kaybolmuş. Hatta bazı hacılarımız o gün ikindiye doğru ancak otele gelebildiler. Allah selamet versin başımızdaki müftü demişti ki kaybolmayan hacı hacı değildir.
Daha sonraları bu kaybolma şeysi bende huy haline geldi. Dedim ki kendi kendime bir şehri tanımak istiyorsan önce o şehirde kaybolacaksın, kaybolmaktan korkmayacaksın. Kaldırımlarını bi güzel arşınlayacaksın. Caddelerinde, sokaklarında aval aval gezeceksin. Baktın ki karnın acıktı gireceksin bir esnaf lokantasına güzelce karnını doyuracaksın.
Bir bankın üzerinde azıcık uyuklayacaksın. Sonra kalkıp çay içeceksin. Sonra yine gezeceksin. Tanımadığın bir esnafa selam vereceksin. Mahsustan bir adres soracaksın sonra da anlamakla anlamamak arası bir yüz ifadesiyle te te teşekkür ederim diyeceksin. Adres dedim ama neyi soracaksın hiçbir yer bilmiyorsun, bilmek de istemiyorsun. Bir yere gitmek veya varmak için değil sadece yolda olmak, yeni yerler görmek için yürüyeceksin. Gerekirse bazen not tutacaksın bazen fotoğraf çekeceksin. Ne bileyim işte kaybolacaksın.
Bütün bunları ve daha fazlasını büyük bir zevkle yapıyorsan yapabiliyorsan işte sen de modern bir seyyah yani bir flanör oldun cancağızım. Yukarıda kaybolma şeysi dedim ya. Belki bu ifademi yadsıyanlar çıkacak. Beni mazur görsünler çünkü ben de sonradan öğrendim, bu bilinçli kaybolma şeysine flanör diyorlarmış.
Flanör olmak için biraz gözü kara olmak gerekiyor. Sosyal medyadan takip ettiğim o gözü karalardan biri bisikletle altı ay boyunca Japonya’yı gezdi. Adamda nasıl bir özgüven, nasıl bir gözü karalık, nasıl bir delilik var hayret. (azıcık İngilizce de olacak tabi. Bu İngilizce meselesini oturup konuşalım bi ara.)
Flanörlük konusunda rahmetli Yurdun abi de az ihtisas sahibi değildi hani. Bazen saat beşe doğru dairedeki odama gelir bir çay içtikten sonra elli dokuz saniye sonra kalkacağım, gitmem lazım minibüsü kaçırmamalıyım derdi. Hayırdır yav nereye gidiyorsun bu saatte deyince Akhisar’a gidiyorum derdi. İyi de akşam oldu nasıl döneceksin. Benim için önemli değil gece yarısı bile gelebilirim diyordu. Aklım fikrim almıyordu.
Zaten bu işler böyledir. Öyle planlı programlı olmaz bu işler. Zuhurata tabidir flanör. Bazı evliyaullah da zuhurata tabidir. Binaenaleyh flanör biraz da derviş ruhludur. Dolayısıyla maceraya açıktır her ikisi de. Güneşte yanmak soğukta donmak tehlikesi de var.
Herkes derviş olamadığı gibi herkes flanör de olamaz. Vay efendim uykusuz kaldım, yok efendim yoruldum, ah şimdi nolcek diyenden flanör olmaz. (öyle büyük konuştuğuma bakmayın. Öyle plansız programsız yola mı çıkılır canım. Deli misin nesin ayol!)
Modern Hayatın Ressamı şöyle anlatır bize bu flanör denilen âdemi. Nasıl ki kuş havada, balık suda yaşarsa o da kalabalıklarda yaşar. Aşkı, işi, gücü kalabalıklardır. Kusursuz flaneur için ahalinin orta yerini, hareketin gel-git noktasını, gelip geçici ile sonsuzun arasını mesken tutmak müthiş bir keyiftir. Evden uzak kalmak ama her yerde evinde hissetmek; dünyanın merkezinde olmak, dünyayı gözlemek, ama dünyadan saklı kalmak. Gözlemci, her yerde kimliğini gizleyerek dolaşmanın tadını çıkaran bir prenstir.
Gördüğünüz gibi flanör kalabalıktan besleniyor ama yine de yalnızdır. İşte bu çelişkidir onu cezbeden ve besleyen. Paris Sıkıntısı’nda şöyle ifade edilir bu paradoks. “yalnızlığını kalabalıklandırmasını bilmeyen, telaşlı bir kalabalık içinde yalnız olmasını da bilmez.”
Belki üstad Necip Fazıl’ın Kaldırımlar şiirindeki kadar olmasa da kaldırımlardan, sokaklardan, kalabalıklardan beslenir flanör. Ne diyordu üstad:
Başını bir gayeye satmış bir kahraman gibi,
Etinle, kemiğinle, sokakların malısın!
Tabi burada flanörlükten falan bahsetmiyor üstad. Sadece mevzuyu işlerken çağrışım yaptı o kadar.
Bir de ne demiştik; özge temaşa. Bu flanörlük mesleği öyle özge midir değil midir bilmiyorum. Temaşa mıdır onu da bilmiyorum. Özge temaşada biraz ağır başlılık var. Flanörlük ise serapa derbeder. Ancak yine de flanörlüğün içerisinde eser miktarda özge temaşa olduğunu düşünüyorum.
Neymiş. İçerisinde eser miktarda özge temaşa varmış. Bak sen. Bir yazı böyle bitirilemez, bitirilmemeli. Değil mi ama. Eser miktarda olsa ne olur olmasa ne olur. İşin açığı bu yazıyı nasıl bitireceğimi bilemedim. Bu yazının kaderinde de flanör gibi dağınıklık, yersizlik, yurtsuzluk var imiş. Ne de olsa adımız kaderimizdir.
YORUMLAR