Üzerinize iyilik afiyet geçenlerde hastaydım. Birkaç gün yorgan döşek yattım. Aman Allah’ım o ne bitkinlikti. Bütün eklemlerim ağrıyordu. O kadar ateşim vardı ki bir ara kulaklarımdan duman çıkıyor zannettim. Ama şu anda çok şükür iyiyim.
Nasıl hasta oldum, nereden kaptım hastalığı, nasıl iyileştim gibi hususlara girip canınızı sıkmak istemiyorum. Fakat bu hastalık esnasında öyle bir mucizeye şahit oldum ki gözlerim fal taşı gibi açıldı. Adeta aydınlandım. Ve hasta olduğuma şükrettim. O mucizenin adı çorba. Çorba öyle mübarek bir gıdadır ki hem içilir hem yenilir hem de hasta cana şifadır. Hangi çorba diye sormayın. Evelallah her şeyin çorbası olur. Elinizde hangi malzeme varsa atın suya kaynatın sonuçta çorba olur. Tabi yağını tuzunu unutmayın. Yani çorba yapmak bu kadar basittir. Çorba yapmaktan çekinmeyin. Çorba yapımında yanlış diye bir şey yoktur. Kimse beğenmezse bile şefin özel tarifi, sırrı bende deyip çorba dünyasına yeni bir tat armağan etmiş olursunuz. Aslında her şey basit başlamıştır. Mesela haşlanan yemeğin mantığı şudur. Malzemeyi suda yumuşatmak ve yemeği çoğaltmak. Yağ, tuz, baharat sonradan zamanla medeniyetin ilerlemesiyle, deneme yanılmayla yemeklere konulmuş şeylerdir. Bir yemeği ya suda haşlarsınız veya ateşte közlersiniz. Demek ki yemeğin iki anası var; ateş ve su.
Gerçekten güzel çorbalarımız var. Yayla çorbası, domates çorbası, tarhana çorbası, tavuk çorbası, kelle-paça, mercimek çorbası. Bu çorbalar yukarıda tarif ettiğim suya at pişir şeklinde yapılan çorbalar değil tabi. Bir kere çorbanın terbiyesi önemli. Yağı, suyu, baharatı, tencereye konulma sırası, kaynarken dibi tutmasın diye karıştırılması. Üstüne sosu, nanesi, limonu, sarımsağı. (bu sarmısağın doğru yazılışı sarımsak mıdır bilmiyorum.) Hemen hemen her çorbaya limon sıkabilirsiniz. Yakışır yani. Hangi yeşilliğin üzerine limon sıkarsanız otomatikman o şey salataya dönüşmüş olur.
Anadolu’nun yemek kültürü çok zengin. Özellikle tencere yemeklerimiz gizli hazinemizdir. Geçenlerde bir ülkeyle ilgili bir program izledim televizyonda. Programı sunan dedi ki bu ülkede evde yemek yapma kültürü hemen hemen yok. Herkes dışarda yiyor. Bu bir ekonomi meselesi olduğu kadar bir kültür meselesidir de. Mesela Anadolu’da akşam ezanı okunduğunda çarşı pazar bomboştur. Herkes akşam yemeğinde sofra başında olmanın gayreti içerisindedir. Demek ki diyorum bu bir kültür meselesi. Akşam yemeğinde ailenin bütün fertleri o sofrada olacak, isterse aç olmasın. Demek ki sofrayı bir kültüre hatta yerine göre bir sanata dönüştürmüşüz. Handiyse diyeceğim ki aileyi aile yapan şeylerden biri de akşam sofrasıdır.
Bundan on yıl evvel 2012’de Gördes’e geldiğim zaman ailemi getirmemiştim. Bir süre yalnız kaldım. Bir süre sonra da mübarek ramazan ayı geldi. Ben iftarda ne hazırlayacağım ne yapacağım diye kara kara düşünürken Allah selamet versin o zamanın müftüsü meğer hocaları çağırmış, liste yapmış, hocayı her gün biriniz iftara götürün diye ricada bulunmuş. Onlar da sağ olsunlar bir ay boyunca her biri beni iftara davet etti. Fakat her gittiğim evde muhakkak yemekten önce tarhana çorbası getirdiler sofraya. Ben de bu çorbaya o zamanlar alışkın değildim. Artık ramazanın sonlarına doğru bir arkadaşa dedim ki ya hu her iftarda tarhana çorbası geldi önüme bunun hikmeti nedir? Arkadaş güldü güldü, sonra da dedi ki hocam biz yörüğüz, yörüğün karnı tarhana çorbası içmeden doymaz.
Anlayacağınız bizim tarhana çorbası hocanın meşhur kabak hikâyesine döndü. Köyün birinde ramazan ayına mahsus bir hoca tutmuşlar. Her gün sırayla hocayı yemeğe çağıracaklarmış. İlk gün muhtar hocayı davet etmiş ama hanımına da haber vermeyi unutmuşmuş.
-hanım hanım bu gün ağır misafir var. Caminin hocası bizde iftar edecek.
-gözün kör olmasın daha önceden haber edeydin ya. Ben de kabak yemeği yapmıştım. Bileydim başka yemek yapardım.
Hoca da hem kibarlık olsun hem de muhtarın hanımı Fatma teyze mahcup olmasın diye,
-Ooo! Kabak yemeği en sevdiğim yemektir, demiş.
Ertesi gün muhtarın azasının hanımı Fatma teyzeye sormuş. Kız bu hoca hangi yemeği seviyor söyle de ona göre bir şeyler hazırlayalım. Fatma teyze de demiş ki hoca kabak yemeğine bayılıyor, kabak yemeğinden başka yemek yemiyor. Akşamdan kalan kabağı sahurda da ısıtıp ikram ettim hiç bana mısın demedi valla.
Tabi bu söz köye yayılıyor ve hoca otuz gün her gittiği evde kabak yiyor. Bayram günü cemaat diyor ki hocam bir ilahi oku da kulaklarımızın pası silinsin. Hoca da hayhay demiş. Başlamış okumaya.
Yeni köye imam oldum
Yenice belamı buldum
Kabak yemeye mi geldim
Yaktın beni Fatma teyze.
Yeni köyde yuttuk hapı
Kabak gezer kapı kapı
Akşam kabak sabah kabak
Yaktın beni Fatma teyze.
Tüte tüte pişer kabak
Sabah kabak akşam kabak
Ne baldır kaldı ne göbek
Yaktın beni Fatma teyze.
Kabağa kaşık salladım
Bir deri bir kemik kaldım
Teravihi zor kıldırdım
Yaktın beni Fatma teyze.
Çorba hakkında muharrir Ahmet Rasim bir şiir bile yazmış. Bazı lokantaların duvarında bu şiirden bazı beyitlere rastlarsanız sakın şaşırmayın.
Kana kuvvet göze fer batna ciladır çorba
İllet-i cu’a deva mahz-ı gıdadır çorba
Sağlara, hastalara ayn-ı şifadır çorba
Ağniya dostu, muhibb-i fukaradır çorba
Hasılı hahiş ile ekle sezadır çorba.
Anadolu’da özene bezene yapılmış çorbalara hasta çorbası derler. Biz de yazımıza hasta çorbası ismini koyduk. Şayet biraz daha yazarsak yazının ismini çorba hastası olarak değiştirmek zorunda kalacaktık. Binaenaleyh tarhana isminin dar haneden geldiğiyle ilgili hikâyeyi araştırma görevini de çorba hastalarına verelim.
YORUMLAR