Geçen gün, güneşin doğmasına takriben iki saat kala uyandım. Arabaya bindim ve yüksek tepelere doğru gittim. Bir yerde sabah ezanları okunmaya başladı ama ben durmadım. Biraz daha biraz daha gitmek istiyordum. Tepelere, en yükseğe çıkmak istiyordum. Büyük şölene en tepede şahit olmak istiyordum.
Burası iyi. Şehirden uzakta, her tarafı görebildiğim, hassaten güneşin doğuşunu izleyebileceğim yüksekçe bir tepe. Etraf alaca bir aydınlık, tabiat büyük bir huşu içinde. Şehrin lambaları uzaktan pek sönük görünüyor.
Az yürüyünce önümdeki ağaçtan henüz uyanmış bir kuş telaşla uçuverdi. Tabiat yavaş yavaş uyanıyor. Kuşların cıvıltısı, sabah meltemi, ağaçlar, ağaçların yaprakları, otlar, otların üzerindeki çiğ damlaları, karıncaların yavaş hareketleri. Her şey uykudan uyanmış gözleri mahmur.
Hiçbir şey yapmamaya karar verdim. Tabiatın kokusuz kokusunu duymak, sessiz sesini dinlemek istedim. Olduğum yerde durdum. Tertemiz havayı içime çektim. Toprağın yumuşaklığını hissedebiliyorum. Birazcık üşüdüm ama olsun. Hiçbir düşünce beni bu büyük ziyafetten alıkoymamalı. Zihnimi boşaltıyorum. Buraya ilk defa gelmeme rağmen hiç yabancılık çekmiyorum.
Önümdeki koca ağaç kim bilir kaç yaşında. Bebekliğinden beri burada. Kar, boran, tipi, fırtına, sıcak soğuk demeden hep burada. Hafızasında ne çok anı biriktirmiştir. O buraya ait, burada doğdu ve burada ölecek. Buranın bir parçası. Burayla öyle bütünleşmiş ki o olmadan burası eksik kalır. İlerideki kaya belki bir milyon yaşında. Üzerinde bulunduğum bu dağ belki yüz milyon yaşında. Biraz sonra doğacak güneş kim bilir kaç yaşında.
Ben böyle huşu içerisinde bîhuş olmuşken az ilerden bir arabanın geldiğini fark ettim. Tahminim araba az ilerideki köyden çıktı ve şehre gidecekti. Acaba bu deli bizim tarlaların kenarında ne yapıyor dememeleri için bir şeyle meşgul olayım dedim. Bir taşı sanki duvar örüyormuşum gibi alıp taş duvarın üstüne koyuyormuş gibi yaptım. Araba benim hizama gelince düt dedi. Ben de baş selamıyla aleyküm selam dedim. Araba geçtikten sonra kendi halime baya bi güldüm. Nasıl gülmeyeyim nirvanadan, sabahın bir vakti kucağında bir taşla ne yaptığı belli olmayan bir deli konumuna düşmüştüm.
İşte büyük şölen. Güneş doğuyor. Dağlara, taşlara, ovalara, ağaçlara, şehre güneş doğuyor. Rahmetli nenem dua ederken ‘kocaman yürekli Rabbim, şefkatinle bizi ısıt’ diye dua ederdi. Birden onu hatırladım. Ne kadar da büyüksün Allah’ım. Bir müddet ovaya bakıyorum. Gökyüzüyle yeryüzünün birleştiği noktaya kadar her şey aydınlandı. Sırtımın ısındığını hissediyorum. Artık gitme vakti.
Fırından ekmek alıyorum. Sofrada çocuklar benim bugün çok neşeli olduğumu söylüyorlar. Gülüyorum. Sabah yaşadıklarımı anlatmıyorum.
Fakat anlatıyorum işte. Bir sabah kırlara gittiğimi artık herkes biliyor. Fakat ne hissettiğimi kimse bilmiyor çünkü anlatmadım, anlatamam ki.
Düşünüyorum da bu şölen yeryüzünün her noktasında her sabah tekrar tekrar yaşanıyor. Fakat nedense gözlerimizi kapatıyoruz bu güzelliklere. Unamuno’nun ifadesiyle söyleyecek olursak bu sessiz şarkıya, Tanrı’nın bu yaşayan şarkısına çoğumuz çoğu zaman kulaklarını kapıyor.
Seher vaktine en çok övgü yazanlar belki de sufilerdir. Fakat genelde işledikleri konu seher vakti günahlarımıza ağlayalım erenler tarzında mistik bir tema olmuştur. Sufilerle aşık atacak halim yok ama seher vakti gözyaşı dökmeye müsait bir vakit değildir. Peki, sufiler neden böyle yazmışlar. Tabi bir kısmı kendinden öncekileri taklit. Peki öncekiler. Onlar da bu şiirlerini dergah, tekke gibi kapalı ortamlarda yazdıkları için bu minvalde şiirler yazmışlar diye düşünüyorum. Oysa dışarı çıkıp büyük şölene dâhil olsalardı daha farklı yazarlardı herhalde.
Seher vakti bülbüller nede güzel öterler
Açınca tüm çiçekler birlikte zikrederler.
Bu iki mısra ne kadar sade, ne kadar basit ve ne kadar halk irfanı kokuyor öyle değil mi? Tabi bir de Necati’nin rindane bir beyti var.
Mey ü neyle seher demin hoş gör
Ki cihan bu bir iki üç demdür.
Ahmet Haşim, Müslüman Saati isimli yazısında zaman telakkimizin değiştiğinden bundan mütevellit yaşam ritmimizin, medeniyet algımızın değiştiğini ve bize ait olmayan parametrelerle hayata baktığımız gibi hususlara değindikten sonra der ki; hâlbuki fecir saati, müslüman için rüyasız bir uykunun sonu ve yıkanma, ibadet, neşe ve ümidin başlangıcıdır. Müslüman yüzü, kuş sesleri ve çiçek kokuları gibi fecrin en güzel tecellilerindendir.
Ne çok şey kaybetmişiz be! Bir müşrik Hz. Peygamber’in huzuruna gelmiş, şöyle yüzüne bakmış, bakmış, bakmış sonra da demiş ki bu yüzde yalan yok. Haşim’in ifadesi ne hoş. Müslümanın yüzü fecrin tecellisidir. Bu benzetmeyi ancak gerçek bir şair yapabilir ve yapmış.
Ne diyeceğimi bilemiyorum doğrusu.
Sabah, yine sabah, yine sabah.
YORUMLAR