Osmanlı’nın zuhuru hakkında rüyalardan ve keramatdan maada çıtayı biraz daha yükselten bir rivayet vardır ki Müneccimbaşı şöyle beyan buyurur.
Şeyh-i Ekber Muhyiddin Arabi cifr ilmi yardımıyla ve ayetlerin gizli manalarından Osmanlı Devleti’nin şanının yüceliğini ve kıyamete kadar daim olacağını keşfetmişlerdir. Bunu Şecere-i Nu’maniye fi’d-Devlet’il-Osmaniyye adlı eserlerinde zikretmişlerdir. Bu, cifr ilmini bilenlerin malûmudur. Şeyh-i Ekber, bunu Osmanlı Devleti'nin zuhurundan yetmiş sene evvel istihraç etmişlerdir. (Müneccimbaşı, 46.) Bu da bir şey mi canım. Sin şına dahil oldukda mim’in kabri zahir olur kerameti vardır ki ehlinin malumudur. Buna kısaca keramet borsası diyebiliriz. Çünkü müritler şeyhlerini en yükseğe uçurmak istemişlerdir. (Kaddesellahu esrarahum.)
Geçen yazımızda Mevlana’nın Moğollarla ilişkisine azıcık değinmiştik. Bu hususa belki biraz daha eğilmek lazım.
Werner diyor ki Mevleviler daima iktidarın yanında olmasını bildiler. Moğollar, Sultanları yenip, vasal konumuna indirgedikleri zaman, Mevleviler hemen yeni beylerden yana çark eder. Bu konu ile ilgili bir soruya Şeyh Amir Arif şu cevabı verir: Gözlerimiz, Allah’ın kimi tercih ettiğini görebilmek için, onun iradesine çevrilidir. Allah şu sıralar sizinle değil, Moğol ordusu ile birlikte. Mülkü Cengiz Han’ın torunlarına vermek üzere Selçuklulardan aldı. Allah emaneti kime isterse ona verir. (Werner, s. 82.)
Ahmet Yaşar Ocak bu ilişkileri yorumlarken Mevlana’nın şahsi çıkar için böyle bir ilişkiye girmediğini bilakis bu ilişkiden Konya ve Anadolu halkının istifade ettiğini söylüyor. (Ahmet Yaşar Ocak, s. 65.) Halkın bu ilişkiden çıkarı olmuş olabilir. Ama Mevlana’yı bundan ayrı tutmak doğru olmasa gerek. Hem bakalım öyle miymiş.
Hulagu Han, 1258’de Abbasî Halifeliğini ortadan kaldırdıktan sonra Abbasîlerin Anadolu’daki ahileri atama işi de kendiliğinden ortadan kalkmış oldu. Hulagu Han bunun yerine Mevlana’yı "Şeyhü’ş-şuyûhi’r-Rum" olarak görevlendirmiştir. Mikail Bayram’a göre Mevlana’ya (Rumi) veya Şeyh-i Rum (Pir-i Rum) denmesinin sebebi de budur. Anadolu’daki bütün şeyhlerin ve Ahilerin O’na bağlanmaları mecburiyeti getirildi. Bundan dolayı Moğollar sürekli olarak tahsisat kabilinden Mevlana’ya külliyetli miktarda para veriyorlardı. Eflaki, Hacı Bektaş ile Mevlana arasındaki muhalefeti Hacı Bektaş’ın Mevlana’yı kıskanması şeklinde izah etmeğe çalışırken de bu gerçeği ifade eylemiştir.
Eflaki, Hacı Bektaş’ın Mevlânâ'yı kıskanmasının sebebi olarak da dünyanın bütün büyüklerinin ve küçüklerinin Mevlana hazretlerine yönelmeleri, bütün şeyhler ve emirlerin Mevlana’nın sözlerini dinlemeleri birçok mukallit müridlerin de şeyhlerini bırakıp o hakikat önderinin kulu ve müridi olmaları idi, derken devletin Mevlana ve çevresini himaye ettiğini Mevlana’nın devlet politikasında söz sahibi olduğunu belirtmiştir. Mevlana’nın devlet büyüklerine müteaddit mektuplar yazarak belli tekke ve zaviyeleri veya medreseleri yakınlarından biri için istemesi de bu tarihi gerçeği açıkça göstermektedir. Vakıa Eflaki, sultandan da bir ferman alındığını ve bu fermana binaen Ahilere ait hanikahların devlet tarafından ellerinden alınarak Mevlana ve yakınlarına verilmeye çalışıldığını da bildirmektedir. (Mikail Bayram, s. 246)
Eflatun’u severim ama hakikati daha çok severim demiş Aristo. Ben de Mevlana’yı, Hacı Bektaş-ı Veli’yi severim ama hakikati onlardan daha çok severim. Hayretle görebildiğim kadarıyla tarihte ismi şöhret bulmuş pek çok isim şöyle veya böyle siyasetle bir ilişkisi olmuş. Ben zannediyordum ki oturmuşlar kuşelerinde kendilerini ilme irfana vermişler. Devrin siyasetinin biraz mezkûr şahısları ortaya çıkardığını görmek ne bileyim bana hem ilginç hem tuhaf hem de sanki olması gereken oymuş gibi geliyor. Şaşırdım çünkü umera ulemanın kapısına gider diye öğrenmiştim. Demek ki marifet iltifata tabi imiş. Bu sözü marifet akçeye tabi imiş şeklinde de söyleyebiliriz herhalde. Olması gereken derken şunu kastediyorum. Eskiden günümüzdeki gibi maaşı olan bir akademya yoktu. İlim, bilim gibi akçe isteyen şeyler ancak devletlülerin veya zenginlerin himayesiyle gerçekleşebiliyordu. Gerçi günümüzde de büyük araştırmaların arkasında büyük güç ve büyük akçe olması icap ediyor. Halil İnalcık’ın Patron ve Şair’i okunabilir.
Halil Hoca diyor ki; Osmanlıda en yüksek mimar sarayın mimarbaşısı, en iyi kuyumcusu sarayın kuyumcubaşısı ve en gözde şair padişahın ilgi ve lütfuna layık görülen sultanu’ş-şuara idi. (İnalcık, s. 10) Eskiler padişah için zillullahi fil ard yani Allah’ın yeryüzündeki gölgesi demişler. Düşünüyorum da insanlığın şimdiye kadar bulduğu en kompleks en acayip yapı devlettir. (Eflatun’un Devlet’ini okuyaymışım iyiymiş.)
Büyük insanların hayatı okununca mı büyüklükleri anlaşılır yoksa okunmadan mı. Buna karar vermek zor. Yanlış anlamayın lütfen. Bu yazıyı yazarken tarih anlatayım da millet ilmin nirvanasına çıksın gibi bir amacım yok. Sadece merak ettiğim bazı konuları okurken ilginç bulduğum yerleri sizinle paylaşıyorum. Hepsi bu. Geçenlerde bir arkadaşımla Geyikli Baba’yı konuşurken bana dedi ki neden bunları yazıyorsun, bundan fayda ne. Evet, bilemiyorum faydasını zararını ama yazıyorum işte. Bu bizim tarihimiz, hatasıyla sevabıyla bizim tarihimiz. Tarihi yargılamadan anlamaya çalışmanın, kendini kandırmaya çalışanlardan başka herkese faydası vardır diye düşünüyorum, dedim. Arkadaşım dedi ki; hayır yani anlayacaksın da ne olacak. Tarihi çözdün diyelim tarih yine de tekerrür etmeyecek mi. Tarihin en büyük dersinin tarihten ders alınmadığı olduğunu bilmiyor musun. (Arkadaşıma içten içe hak vermiyor değilim. Şairin dediği gibi ‘ezeli bir şifadır aldanmak’ biliyorum.)
Kaynaklar:
Müneccimbaşı Tarihi, Tercüman Gazetesinin Binbir temel eser, c. I.
Ernst Werner, Büyük Bir Devletin Doğuşu, c. I, 1986 İstanbul.
Ahmet Yaşar Ocak, Yeniçağlar Anadolu’sunda İslam’ın Ayak İzleri, İstanbul 2012.
Halil İnalcık, Şair ve Patron, Ankara 2003.
Mikail Bayram, Ahi Evren-Mevlana Mücadelesi, Konya 2012.
YORUMLAR